30 Ekim 2013 Çarşamba

Versace – Eros (2012)


Versace – Eros (2012)

Öğle yemeğinizi değeri 3.000 doları aşkın tabaklarda yemek ister misiniz? Beş çayınızı 930 Euroluk bardaklarda içmek size ne düşündürür? Çayınıza koyacağınız şekerlerin bulunduğu şekerliğin 175 Euro olması sizin için anlam ifade eder mi? Akşamın ilerleyen saatlerinde canınız salata mı istedi. 185 Euroluk salata kabına ne dersiniz? Çorba servis kasesine 750 Euroyu gözünüz kapalı verir misiniz? Büfenizin üzerinde duran tekli bir mumluk için 285 Euro vermek sizin için sorun değil mi? Haydi son soru: 99 Euroluk tuzluğun, diğer plastik tuzluklardan ne farkı olabilir? Lüks hayata hoşgeldiniz!

Ülkenin yarıdan fazlasının yoksulluk sınırının altında yaşadığını düşündüğümde, yukarıdaki soruları sokaktan geçen insanlara sormanın abesle iştagal olacağının farkındayım. Çünkü lüks tüketim sadece belli bir kesimin ilgi alanına giriyor. Üç bin dolara altı tane tabak almanın dayanılmaz cazibesini, size herhangi bir mahalle esnafı değil, dünya çapında faaliyet gösteren lüks segmentin gedikli markaları sağlayabilir. Mesela Versace...

Versace'ın ünlü Alman mağazalar zinciri Rosenthal için tasarladığı ev dekorasyon ve mutfak ürünleri serisinin isminin "Iconic Hereos" olduğunu gördüğümde enterasan geldi bana. Versace'ın, üzerinde antik dönemin figürlerinin bulunduğu vazolar, yemek takımları ve diğer aksesuvarları, tahmin edilebileceği üzere oldukça yüksek fiyatlara satılıyor. Bu ürünlerin alıcılarının da üst gelir grubundan insanlar olduğu büyük bir sır değil.


Versace'ın antik dönem figürlerini merkeze alan mutfak ürünleri tasarımlarından, markanın ismiyle yine antik döneme gönderme yapan parfümüne geçelim artık. Anlaşılan Versace, bu aralar eski kültürlerden kaynağını alan işlere imza atıyor. Versace'ın en yeni erkek parfümü 2012 yılında piyasaya sürüldü. Eros, ismini yine antik dönem mitolojisinden almış.

Muhtemelen en bilinen mitolojik tanrılardan birisidir Eros. Platon ve Aristotales'in de bahsettikleri Eros'un bu kadar popüler olmasının sebebi büyük ihtimalle, aşk tanrısı olmasıdır. İnsanlara attığı oklarla, onları birbirlerine aşık eden Eros, genellikle sırtında iki kanatla ve elinde okla tasvir edilmiş, sanatçılar tarafından. Küçük, güzel bir çocuk olarak resmedilen Eros, belki de aşkın masumiyeti ve saflığına istinaden böyle tasvir ediliyordu. Sebebi her ne olursa olsun, İtalyan'nın moda endüstrisindeki önemli oyuncularından Versace'ın parfümüne isim babalığı yapıyor Eros figürü.

Eros'un oluşturulmasında Donatella Versace'ın önemli katkısı olduğu aşikar. Eros isminin Donatella Versace tarafından önerildiği ve konseptin de o minvalde şekillendiğini söyleyebilirim. Bazı kaynaklarda şişesinin tasarımını da onun yaptığına rastladım. Kısaca şunları söylemiş kendi parfümleri için:


"Yeni parfümümüz Eros'u, Yunan Tanrısı gibi kahraman ve tutkulu erkekler için tasarladım. Eros, güç ve duygusallığı vurgulayan bir kokuya sahiptir."

Fragrantica'da aromatik fujer olarak sınıflandırılmış Eros. Üzerime ilk sıktığımda canlı turunçgiller karşıma çıktı. Mandalina ve limondan oluşan turunçgiller için kremsi diyebilirim. Yüksek kaliteli yada doğal koktuklarını söyleyemem. Elma hissi veren meyveler dersem daha doğru olur. İlerleyen dakikalarda turunçgiller geriye çekilirken, ortaya baharatlar ve vanilya çıkıyor. Baharat olarak tarçın-karanfil sanki. Fakat vanilya daha baskın. Bu kısımda çok doğal ve kaliteli değil. Son kısım fazla değişmiyor. Bir tek yapay vetiverle odunsu notalar ekleniyor vanilyaya. Alt notaları da ilgi çekici değil.

Eros, günümünüz modern, bol tatlı parfümlerinden birisi. Eğer Eros'u iki kelimeyle anlatın derseniz size "tatlı ve vanilyalı" derim. Onların dışında yapay koktuğunu, ucuz hissi verdiğini, kalitesiz olduğunu ilave edebilirim.

Yoğun tatlılık anladığım kadarıyla tonka fasulyesi tarafından verilmiş. Genel olarak nanemsi bir hali de var Eros’un. Tabiki o nanemsi-mentollü koku bile yapaylık barındırıyor.
   

Versace'ı anlıyorum. Yeni nesil tatlımsı baharatlı parfümlere rakip çıkartmak istemiş. Bunun içinde başlangıca sıradan turunçgilleri eklemiş. Orta kısma yapay vanilyayı kondurmuş. Sonlara da sıkıcı odunsu notaları layık görmüş. Şuna emin olabilirsiniz ki Eros, son zamanların en yapay ve vasat parfümlerinden birisi. Bu anlamda yeni Bulgari Man gibi hayal kırıklığı yarattı bende.

Rakipleri kimler mi? Yves Saint Laurent - La Nuit de L'Homme ve Body Kouros, Paco Rabanne - 1 Million, Chanel - Allure Homme ve Sport, Rochas Man, Bulgari Man, Jean Paul Gaultier - Le Male, Givench - Pi ve diğerleri. Versace'in bu arkadaşlara verdiği cevap olan Eros, başarısız bir replikadan öteye geçemiyor ne yazık ki.

Üzerimden kokusunu alırken düşünüyorum Eros'u. Acaba bu parfüm bana ne anlatmaya çalışıyor? Hangi yeniliği getiriyor? Ortaya ilginç bir fikir atıyor mu? Bu soruların hiç birisine doğru düzgün veremediğimi fark ediyorum. Muhtemelen Versace yönetiminin de vereceği çok fazla cevap yok.

Evet Versace küresel bir marka. Dünyadaki bir çok kişiye hitap etmesi gerekiyor ürünlerinin. Bu da onu popülizmin yumuşak ve sıcak kucağına itiyor. "Ortalama bir tatlı vanilya parfümü yap. Müşterileri kap." Düşünce şekli bu olunca ne yazık ki ortaya başarılı işler çıkamıyor. Biraz daha özen gösterilseymiş keşke Eros'a.


Parfüm tarihinin vasat kokular çöplüğüne gitmeye aday Eros. Ona bu yolculuğunda başarılar diliyorum ve bir an önce gideceği yere varması için arkasından bir kova su döküyorum. Yolun açık olsun Eros.

Eros’un hiç mi iyi tarafı yok diyebilirsiniz. Şöyle bir düşünüyorum ama aklıma gelmiyor. Fakat kalıcılığının gayet iyi olduğunu söyleyebilirim. Özellikle kıyafet üzerinde gayet başarılı kalıcılığı. Fark edilirliği başlarda yüksek. Sonrasında normale dönüyor.

Kokusunun tasarımını Aurelien Guichard yapmış. Sonbahar-kış kullanımına yakın. Denemeden almayınız, pişman olmayınız.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.


Koku Güzelliği:10/4.5

27 Ekim 2013 Pazar

İlk çekilişin kazananı belli oldu!


İşte oldu. Çekiliş tamamlandı. Kazanan belli oldu. Parfüm Merakı sitesinin ilk çekiliş talihlisi, yeni üyelerimizden birisi.

Kazanan: Fuat Kaynak
E-posta adresi: fuatkaynak85@gmail.com

Eğer herhangi bir sebepten ötürü Fuat Kaynak'tan cevap alamazsam, yedek talihliye göndermek zorunda kalacağım hediyeyi.
Yedek: İlker Sarıaydın
E-posta adresi: isariaydin@gmail.com

Fuat arkadaşımıza bir kaç dakika sonra mail adresi aracılığıyla ulaşacağım ve adres bilgilerini alacağım. Sonrasında da en kısa zamanda, içinde beğeneceğini düşündüğüm küçük sürprizlerle beraber hazırladığım paketi adresine göndereceğim. Tebrikler Fuat Kaynak. Ömrünün sonuna kadar şansının böyle olması dileklerimle...

Çekilişe katılan ve mesaj gönderen herkese teşekkür ederim. Önümüzdeki haftalarda yeni çekilişlerde, elimdeki parfümleri bu şekilde sizlere ulaştırmaya devam edeceğim. Unutmayalım: "Paylaşmak güzeldir..."

26 Ekim 2013 Cumartesi

Robert Piguet – Calypso (2010)


Robert Piguet – Calypso (2010)

"Yunanlılar Troya’yı yakıp yıktıktan sonra ülkelerine dönerken fırtınaya tutulurlar. Çok zarar görürler. Odysseus ise tam 10 yıl denizler üzerinde sürüklenip durur. Bu sürüklenmelerin bir durağı güneş tanrısı Helios’un sığırlarının otladığı Thrinakie adasıdır. Açlıkla karşı karşıya kaldıkları bu adada Odysseus’un dokunmayın demesine rağmen arkadaşları bu kutsal sığırlardan birkaçını keserler. Helios’un sığırlarına dokunan kimse bir daha yurdunu göremeyecektir. Yola çıkan gemileri güneş tanrısının kışkırtmasıyla, Zeus’un yolladığı şimşeklerle parçalanır. Sadece Odysseus kurtulur. O da Calypso adasına çıkmayı başarır. Bu sırada Odyssus’un Telemakhos’da bulunan eşi Penelope ile evlenip onun zengin krallığını da ele geçirmeyi amaçlayan birçok kişi bulunmaktadır. Calypso ise Odysseus’la evlenmek isterken Odysseus’un da tek isteği yurduna dönmektir. Bunu gören tanrılar Odysseus’a acırlar ve Calypso’dan onu bırakmasını isterler. Calypso bu teklife çok sinirlense de sonra ikna olur ve Odsseus’un yurduna dönmesi için gereken yardımı yapar. Odysseus, büyük mücadeleler vererek Penelope’ye kavuşur." (Bedrettin Cömert)

Calypso, Homeros'un Odysseia destanında adı geçen gizemli tanrıçadır aslında. Adı Yunanca gizlemek anlamına gelen kalyptein'ten türetilmiş. Ayrıca, Olympos’a saldırdığı için Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırılan Atlas'ın kızı olarak geçiyor kaynaklarda.

Benim de okumakta zorlandığım Yunan Mitolojisindeki bu karmaşık olaylar ağına daha fazla sokmayayım sizi. 1978’de Hacettepe Üniversitesinde görevliyken, henüz 38 yaşında siyasi bir suikaste kurban giden Bedrettin Cömert’in, Türkiye'nin hala en kapsamlı mitoloji kitabı olarak kabul edilen Mitoloji ve İkonografi'sini ne kadar okusanız da sonuç değişmeyecektir.


Onlarca tanrı ve tanrıça, onların genellikle tuhaf ilişkilerinden doğan çocukları ve bir sürü farklı karakterle birlikte, Yunan Mitolojisi tam da dönemin ruhunu uygundu belki de. Bugün okuduğumuzda anlamsız gelen bu mitolojik hikayeler, Antik kültürün en önemli söylenceleriydi. Homeros'un ünlü İlyada ve Odysseia'sı bunun en bariz kanıtı olarak sunulabilir. Antik dönem Anadolu ve Yunanistan'da halk İlyada ve Odysseia'yı ezbere bilirmiş. Askerlik, tıp, teknoloji, hukuk, din bilgilerinin tamamının kaynağı bu kitaplardı.

Antikite, yüzlerce yıl öncesinde kalmış olsa da, Avrupa kültürünü önemli ölçüde etkilemiş. Özellikle İtalyan ve İngiliz edebiyatına etkilerinden söz edilebilir. Sadece edebiyat alanında değil, toplumsal hayatta bile mitolojinin etkileri hala görülür Batı kültüründe. Bazı şehir isimleri, özel şirketler hatta çocuk isimleri bile mitolojiyle ilintilidir zaman zaman. Bu anlamda derin izlere sahiptir Yunan Mitolojisi, günümüzün kıta Avrupasında.

Bu izleri hayatın farklı alanlarında da takip edebiliriz. Bizi ilgilendiren kısım olan parfümlerde de karşımıza çıkar mitolojik kahramanlara ait isimler. Mesela Chanel'in ünlü Antaeus'u, Givenchy'nin Xeryus'u, Versace'ın yeni parfümü Eros'u ilk aklıma gelen örnekler. Ve 1950'li yıllardan kaynağını almış bir başka mitolojik isme sahip esere göz atmanın vakti geldi artık.

1940'lı yıllara kadar gider Robert Piguet'in parfüm macerasının başlaması. Kıyafet tasarımcısı ve günümüz deyimiyle modacı Piguet, dönemin Fransız aristokratlarına hizmet verir. İsmi en çok geçen tasarımcılardan birisiyken, güzellik ürünlerine el atar. Ortaya müthiş bir parfum koleksiyonu çıkar. Bandit, Visa, Fracas, Baghari parfümleri çok büyük ilgiyle karşılanır Fransa'da. Fakat markanın ömrü fazla olmaz ve 1950'li yıllarda üretime son verilir.


2000'li yıllar Robert Piguet parfümleri için hayata dönüş anlamına gelir adeta. İşte ismini mitolojiden alan Calypso'da bu yeniden dirilişten nasibini alır. 2010 yılında parfümör Aurelien Guichard tarafından tekrardan formüle edilerek, koku bağımlılarının beğenisine sunulur. Böylece Calypso isimli klasik, uzun yıllar sonra tekrardan karşımıza çıkıverir. Bize de onu koklamak, anlamak ve elimizden geldiğince yazmak düşer.

Calypso, kendi sitelerinde kısaca şöyle tanıtılmış: "Büyüleyici ve romantik. Calypso, ateşli ve yeşil çiçeksi yönleriyle büyüleyici bir karışımdır."

Fragrantica'da oryantal çiçeksi olarak sınıflandırılmış Calypso'nun başlangıcı bir paça turunçgiller (bergamot ve mandalina) ve sardunya ile gerçekleşiyor. Çok temiz, pürüzsüz, yüksek kaliteli güzel bir açılışı var Calypso'nun. Üst notalarını sevdim. Orta kısma geçildiğinde gül bütün ağırlığıyla baş role geçiyor. Turunçgiller ortadan kayboluyor. Sardunya gerilerde kalırken, güle nefis bir süsen (iris) ekleniyor. Orta kısımda gül ve süsen ağırlıklı diyebilirim. Hala çok temiz, kaliteli ve güzel. Orta kısımda çok başarılı. Alt notalara geçildiğinde gülün ağırlığı hissediliyor. Süsen gerilerde kalırken, bu sefer de paçuli, misk ve biraz da süet kokusu ekleniyor. Sonları çok ilginç gelmedi bana. Başlangıcını ve orta kısmını düşündüğümde ortalama bir kapanışa sahip. Böylece de tenden ayrılıyor.

Calypso, gördüğüm kadarıyla tam bir gül kokusuna sahip. Gülden sonra en öne çıkan nota süsen (iris). Başlardaki turunçgil-sardunya işbirliği tam olması gerektiği gibi. Fakat sonları beklentilerimin biraz altında.


Calypso, çok güzel bir gül parfümü. Yüksek kaliteli, sakin, saldırgan olmayan, hüzünlü, modern, yapaylık barındırmayan ve doğal kokan yapısıyla dikkat çekiyor. Bu aralar şansıma mıdır nedir, hep çok hoş gül parfümleri ile karşılaşıyorum. İşte yine öyle oldu ve Calypso'yu sevdim.

Kısa süre önce kullandığım Histoires de Parfums'ün 1876'sına benzettim genel halini. 1876 daha baharatlıyken, Calypso, daha çiçeksi. Fakat 1876 daha detaylı ve kompleksken, Calypso biraz düz çizgide ilerliyor. Yine de kalitesi ve size yaşattığı duygular bakımından ikisi de birbirinden güzel deneyimler oldu benim için.

Calypso, kadın parfümü olarak sunulmuş. Bence öyle yoğun kadınsılık barındırmıyor. Mis gibi kokan gül parfümü arayan erkeklerin denemesi gereken seçeneklerden birisi olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen pişman olmayacaksınız.

Kabul etmek gerekir ki Calypso, çok yaratıcı, farklı yada benzersiz bir kokuya sahip değil. Onu piyasadaki bir çok niş parfümde kullanılan güle benzetebilirsiniz. Fakat gül kokusu, zaten baskın olduğundan, artık bana bir çok gül temalı parfüm, birbirine benzer geliyor. Calypso, bu anlamda ünik değilse de kokusunu tecrübe etmeye değer.

Eau de Parfum ve Parfum Extrait olarak iki versiyonu bulunuyor Calypso'nun. Benim denediğim Eau de Parfum (EDP) olanıydı. Sonbahar-kış kullanımı için daha uygun olacağını düşünüyorum. Özellikle hüzünlü ve serin sonbahar günlerine çok yakışacaktır.

                                                                       Parfüm Merakının kendi çekimidir. 

Artıları:
+ Başlangıcını sevdim.
+ Orta kısmı da çok güzel.
+ Yüksek kaliteli ve duru kokusu, denenmeye değer.

Eksileri:
- Sonları enterasan değil.
- Fark edilirliği zayıf.
- Fiyatı biraz yüksek.

Koku Güzelliği:10/7.5

22 Ekim 2013 Salı

Lalique – White (2008)


Lalique – White (2008)

Bugün küçük bir oyun oynayalım sizinle. Dolabınızda yada çekmecenizde duran parfüm şişelerinden birini alın elinize. İyice inceleyin onu. Hiçbir detayını atlamadan, acele etmeden, anlamaya çalışarak. Altına, üstüne, kenarına, şekline, rengine ve size vermek istediği mesajı düşünün. Neden bu şişe böyle? Neden başka şekilde değil? Buna kim karar veriyor? Ve daha da önemli soru: Parfüm şişesi önemli midir?

Parfüm denen sıvının tarihi kadar eskiye gider parfüm şişelerinin tarihi. Aslında ikisinin kaderi ortaktır bir anlamda. Birinin olmadığı yerde diğeri de anlamsızlaşır. Birbirlerini biraz zevkle biraz da mecburiyetten tamamlarlar. Meşhur Uzak Doğu felsefesi Yin-yang gibidir parfümlerle şişeleri arasındaki ilişki. Kopması imkansızdır. En azından yüzyıllardır böyledir durum.

Parfüm denen kokulu sıvıyı en iyi koruyan nesne, şu ana kadar hala camdır. Parfüm üreticileri de bu kurala sessizce ve kabullenmişlikle boyun eğerler. Hatta parfüm gibi önemli bir sıvıyı koyacakları şişeleri, sanat eserlerine çevirmeye çalışırlar. İşte burada tasarım öne çıkar. Çünkü sanat eseri sayılabilecek bir parfüme ancak sanat eseri bir şişe yakışacaktır.


1860 yılında doğmuş Rene Lalique isimli bir adam kariyerine mücevher tasarımcısı olarak başlar. İlerleyen yıllarda cam tasarımları da yapar. Fakat en büyük sükseyi 1900'lü yılların başında Paris'te düzenlenen Uluslararası Büyük Sergi'de gerçekleştirir. Japon sanatından ve sembolistlerden esinlenerek yarattığı mücevherlerle sanatını duyurmayı başarır. Camı kalıplara dökerek biçim verme tekniğini kullanan ve bazı mekanik yöntemlerden yararlanarak işçiliği oldukça basitleştiren bu sanatçı, camcılık alanına büyük yenilikler getirmiştir.   

Dönemin sanat akımı olan Art Nouveau tarzında tasarımlara ağırlık verir Rene Lalique. Vazolar, heykeller, kaseler, kristal panolar yapar. Bu arada Lalique markası hayata geçmiştir. Art Nouveau tarzında tasarladıkları mücevherler, takı sanatında çığır açar adeta. Farklı hayvanlar, bitkiler, birbirini izleyen geometrik akıcı biçimler, Art Nouveau akımının konusunu oluşturur. Lalique'in de bu yönde bir çok eseri vardır zaten.

Bizi ilgilendirense markanın cam şişe tasarımları. Anlaşılacağı üzere Lalique başlangıçta "Cama hayat veren" marka olarak bilinse de ilerleyen yıllarda parfüm şişeleri de tasarlamışlardır. Sürekli gelişen ve büyüyen parfüm endüstrisinde ilginç, lüks, zarif ve kaliteli şişe ihtiyacı gittikçe artıyor. Parfüm üreticileri, ürünlerini kimi zaman en çarpıcı şişelerle kimi zamansa sade şişelerle müşterilerinin beğenisine sunuyorlar.


Enterasan olansa parfüm şişeleri ve cam tasarımcısı bir markanın, parfüm üretmeye de başlaması. Aslında kendi uzmanlıklarına yakın sayılabilecek bir iş onlar için. 2006 yılındaki parfümleri Encre Noir ile koku severlerin gönlüne taht kurmuş durumda Lalique. Oysaki diğer parfümlerini de  Jean-Claude Ellena, Bertrand Duchaufour, Mathilde Bijaoui, Dominique Ropion, Maurice Roucel gibi çok önemli parfümörlere tasarlatmışlar. Yani parfümler konusunda iddialılar anladığım kadarıyla.

2008 yılındaysa bugünkü yazı konuğum olan White’ı piyasaya sürdüler. Kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış White:

"Baharatlı, miskli, rafine dünyasal bir parfüm. Şık erkeğin gerçek imzası. Gümüş krom halka ve metalik parlaklık eklenmiş kapağı sayesinde  "Beyaz" imza gerçekleşmiş olur."

Parfümü üzerime ilk sıktığımda ferah limon ve bergamot beni karşılıyor. Limon biraz daha ön planda. Modern, canlı, temiz ve yüksek kaliteli. White'ın açılışı nefis diyebilirim. Orta notalara geçildiğinde limon geride kalıyor. Onun yerine ferah ve buruk baharatlar ortaya çıkıyor. Biber baş role geçiyor. Fakat buradaki baharat kullanımı keskin ve yoğun değil. Biraz meyvemsi ve ekşimtrak. Sanki arkalarda fesleğen gibi aromatik otlar var. Başlangıcı kadar başarılı gelmese de "eh işte" orta notaları. Son kısımda orta notalar ekseninde devam ediyor. Büyük değişim geçirmiyor. Ekşimsi baharatlara bu sefer odunsu notalar ekleniyor. Muhtemelen sedir ağacı. Böylece de tenden ayrılıyor.


White, başlangıcı dışında çok değişmiyor ve tek düze ilerliyor. Parfümün geneline ilginç bir baharat kullanımı hakim. Ferah ve yumuşak sayılabilecek baharatlar, bana aromatik fujerları hatırlattı. Başlarda limon, orta kısımda buruk baharatlar ve sonlarda odunsu notalar. Evet White bu üç ana öğeden oluşuyor. Bu anlamda basit sayılabilecek bir formüle sahip.

Başlangıcını çok sevdiğim, orta kısmını biraz garip bulduğum ve sonlarını ise ortalama olarak nitelendirebileceğim bir arkadaş White. Yüksek kaliteli, yapaylık hissedilmeyen, canlı bir kokusu var. Zaman zaman hüzünlü (belki de bu parfümü sonbahar günlerinde kullandığım içindir) hissetmeme sebep oldu. Bir çok kişi onun yaz mevsimine uygun olduğunu söylemiş ama bence ilkbahar-sonbahar aylarına daha uyacak gibi duruyor.

Genel olarak baharatların kullanıldığı parfümler, ağır, yoğun, keskin oluyor. Onun içindir ki baharatlı parfümleri kış mevsimine çok yakıştırıyorum. Fakat White'ta ferah kullanılan baharatlar, onu sıcak günlerde kullanmaya uygun hale getirmiş. Örneğine çok rastlanmayan baharatlı ferah kokulardan birisi olarak değerlendirilebilir.

İsminin White olması ve şişesinin bembeyaz tasarlanması, kullanmadan önce temiz, akuatik, sabunsu, miskli bir koku olacağını düşündürttü bana. Fakat hiç de beklediğim gibi çıkmadı. Ne sabunsuluk ne pudra efekti ne de bolca misk algılamadım. Bu anlamda kokusu ile konsepti arasında biraz uyumsuzluk sezinledim.
 

White, bu tür kokuları sevenler için çok iyi bir seçenek. Fakat kullanım sürecinde benim açımdan harika hislere ulaşmamı sağlayamadı. Özellikle orta kısımdaki o ekşimsi baharatlara bir türlü ısınamadım. Bu da kokusunu kendime yakın bulamama sebep oldu. Güzel başlayan ama beklediğim gibi bir bağ kuramadığım parfümler listesine alıyorum onu. Luca Turin'in "En iyi erkek parfümü" gibi listeleri varsa benim de böyle hayali listelerim var işte.

Madem söz Luca Turin'den açıldı, onunla devam edelim. Turin, White'a beş üzerinden üç yıldız vermiş ve onu kremsi çam olarak sınıflandırmış. EDT konsantrasyonuna sahip. Kalıcılığı kıyafet üzerinde çok iyi. Fark edilirliği başlarda yüksek oldu. Sonradan tene yakın kaldı. Kokusunun tasarımını  Christine Nagel yapmış.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.


Artıları:
+ Başlangıcını sevdim.
+ Yüksek kaliteli, pürüzsüz ve şık bir kokusu var.

Eksileri:
- Orta kısmını sevemedim.
- Sanırım genel olarak kendime yakın bulamadım.

Koku Güzelliği:10/6.5

19 Ekim 2013 Cumartesi

Veee kazanannnn...


Merhabalar sevgili parfüm severler,

Malum sonbahar geldi, havalar soğur gibi oldu. Burnumuz ufaktan tıkanır gibi yapıp, hafiften grip bile olduk. Yine de şikayet etmek yok, hastalıklarda hayatın küçük ve güzel oyunları bize.

Evlerde sonbahar hazırlıkları yapılıyor muhtemelen. Turşular kuruluyor, kestaneler derin donduruculara koyuluyor, detaylı ev temizlik harekatlarına girişiliyor evlerin değerli hanımları tarafından. (Ev temizliğinde hanımına yardım eden bir sürü erkek tanıdığım var ama çaktırmayalım)

Madem temizlik zamanı, bende trende uyayım. Çağın gerisinde kalmamak lazım. Onun içindir ki elimde hayli biriken parfümleri ve küçük deneme boy numuneleri blogumun takipçilerine hediye etmeye karar verdim. (Kararımdan dönersem Melih Gökçek gibi olayım) (Brrr Allah Korusun:))

                                        Benim göndereceğim paket bu kadar janjanlı olmayacak tabiki :)

Kullanmadığım ve kullanmaya da sıra gelmeyecek parfümleri zaman zaman burada ilan ederek hiç bir ücret talep etmeden sizlerin adresine göndereceğim. Tabiki öncelikle çekilişte kazanmak lazım. Onun yolu da çok basit. Bu başlığın altına "sadece blogger takipçilerime özel" çekilişe katılmak istediğinizi belirten bir mesaj yazmanız ve mail adresinizi de eklemeniz yeterli olacaktır. Yani bir blogspot üyeliği açıp, oradan beni takip etmeniz gerekmekte öncelikle.

Çekilişi hiç bir şeyden haberi olmayan annem yapacak, onun söylediği rastgele bir kişi Ulric de Varens'in UDV Night parfümünü kazanacak. Ayrıca yanında bazı denemelik sürpriz numunelerde ekleyeceğim. (Kimbilir Dior, Chanel ve Guerlain'ler olabilir)

UDV Night, önümüzdeki soğuk kış günlerinde kullanmaya uygun, tatlımsı bir oryantal. 60 ml. şişenin üstteki kendi çektiğim resimde de göreceğiniz üzere 50 ml. civarı dolu. Kutusuyla beraber göndereceğim. Erkek parfümü olsa da, kızlar sevdikleri birisine hediye edebilir. Fakat önemle belirteyim ki "Kargo ücreti bana ait değil, parfümü kazanan kişiye ait olacaktır." Zaten en çok 9-10 TL tutar.

                          Çekilişi kazanan Maria Sharapova kadar sevinecek gibime geliyor :)

Tekrar hatırlatayım. Sadece blogger üyesi olan ve benim blogumu, blogger'dan takip edenler çekilişe dahildir. Onun için blogumu takip etmiyorsanız hemen takip etmeye başlayabilirsiniz. Başlığın altına çekilişe katıldığınızı yazan bir mesaj ve mail adresiniz yeterli olacaktır. Kazanan kişinin adres bilgilerini o mail aracılığı ile alacağım. Yani başlığa adresinizi yazmanıza gerek yok. Ben size ulaşacağım.

Bir hafta sonra kazananı ilan edeceğim buradan. Herkese bol şanslar...

18 Ekim 2013 Cuma

Histoires de Parfums – 1876 (2001)


Histoires de Parfums – 1876 (2001)

Bir kadın ve onun inanılmaz hikayesi. Hayatı kitaplara ve filmlere taşınacak kadar dolu dolu yaşanmış 41 yıllık hüzünlü ve enteresan bir öykü. Muhtemelen yakın dönem Avrupa tarihinin hakkında en çok konuşulan kadınlarından birisi o.

Zamanın yüksek sosyetesinde söylenenlere göre Mata Hari, Hindistan'ın güneyinde, Malabar sahilinde doğmuştu. Babası Brahman sınıfından bir din adamı, annesiyse dansçıydı. Kanda-Swany tapınağının mahzenlerinde küçük yaşından itibaren kendisine kutsal danslar ve ritüeller öğretilmişti. Baş dansçı, Mata Hari'de olağanüstü yetenekler sezdiği için onu Tanrı Siva'nın hizmetine adamayı kararlaştırmıştı. Fakat gerçekler hiç de oryantalizmin etkisindeki Avrupalılara anlatıldığı gibi değildi.

1876 yılında Hollanda'da doğan Margaretha Geertruida Zelle'in babası tüccar, annesiyse kibar ve görgülü bir kadındı. Küçük yaşlarında rahibe okuluna gönderildiği söylenen Zelle'in babası, o, 18-19 yaşlarındayken iflas etmişti. Çok büyük maddi sorunlarının karşısında çözüm yolu arayan Zelle'in hayatı ilginç bir rastlantı sonucu değişecekti. Üstelik bir gazete ilanı sayesinde.

Zelle, bir Hollanda gazetesindeki ilanlara bakarken, kaderinin ördüğü ağlara kendisini bırakacaktı. Bu gazetede, Hollanda'nın sömürgesi Endonezya'da görevli olan ve iznini La Haye'de geçiren bir yüzbaşının evlenmek istediğine dair ilan vardı. Bugün için garip gelen bu uygulama, o dönemler için normal sayılabilirdi. Fakat bu ilan aslında şakadan ibaretti. Yüzbaşı Rudolf Mac Leod, arkadaşlarıyla konuşurken son derece sıkıntılı bir hayat geçirdiğini söylemiş, onlar da gülerek evlenmesini tavsiye etmişti. Yüzbaşının dostlarından bir gazeteci de bu evlenme ilanını uydurarak gazetesine koyuvermişti.


Yüzbaşının  ilanına on beş kadından cevap gelmişti. Fakat bu mektuplardan birisi çok dikkatini çekti. O mektubu gönderen de tahmin edebileceğiniz gibi Margaretha Geertruida Zelle idi. Mektubun içine resmini de koymuştu. İlk görüşmeleri 1895'te Amsterdam'da gerçekleşti. İki genç birbirlerini görür görmez aşık olmuşlardı. Aynı yıl hemen evlendiler.

1897 yılında kocasının tayini Güney Doğu Asya'daki Cava adasına çıkmıştı. Tabiki "görev beklemez" diyerek gittiler. Bu arada iki çocukları olmuştu. Fakat çok trajik bir olay Margaretha Geertruida Zelle'in hayatının ikinci kırılma noktasını oluşturacaktı. Küçük oğulları Norman, Cava'da zehirlenerek ölmüştü. Bu büyük şoku kocası kolay kolay atlatamadı ve kendisini alkole verdi. İlerleyen yıllardaysa artık evlilikleri çekilmez hale gelmişti. Çok geçmeden tekrar Hollanda'ya döndüler ve boşandılar. Bir yıl sonra Margaretha Geertruida Zelle, Paris'e gelerek buraya yerleşti. Hayatıyla ilgili vereceği yeni bir kararın aşamasındaydı. Bundan sonra çok sevdiği dansçılığı profesyonel olarak yapacaktı Paris'te.

Zelle, Paris'teki ilk yıllarında farklı bir yol izledi hayatıyla ilgili. Hollandalı olduğunu gizleyerek Güney Hindistan’ın Malabar kıyısında doğduğunu, annesinin de kendisini doğururken ölen bir dansöz olduğunu söylüyordu herkese. «Şafağın Gözü» anlamına gelen Mata Hari adını aldı daha sonra. 1905 yılında, Guimet Müzesi'nde düzenlenen ve seçkin davetlilerin hazır bulunduğu bir topluluk karşısında Hintlilerin kutsal sayılan egzotik ve gizemli danslarını canlandırdı. Gösterinin sonunda dayanamayıp bayılması, ilerleyen günlerde Paris'te kulaktan kulağa herkese yayılmıştı. Paris'in eğlence hayatına çok hızlı giriş yapan Mata Hari'nin dansları merakla bekliyordu artık. Ama o, siyasi olarak güçlü kişilerin karşısında, kendi erotik danslarını özel programlar halinde sunmayı tercih etti. Böylece hükümetin ileri gelen kişileriyle tanışarak onlarla samimi ilişkiler kurdu. Artık Paris'in en tanınmış simalarından ve isimlerinden birisine sahipti Mata Hari.


Birinci Dünya Harbinin devam ettiği yıllarda Almanya ile Avrupalı müttefikler savaş halindeydi. Ayrıca iki düşman blok arasında amansız bir istihbarat rekabeti yaşanıyordu. Almanların çok güçlü istihbarat teşkilatı, Avrupanın geri kalanında korkuyla karşılanıyordu. Mata Hari'nin bu şöhreti Paris'te yaşayan Alman elçisi Prens Radolin'in de dikkatini çekmişti. Almanlar, Paris'in gözdesi ünlü dansçı Mata Hari ile iletişim kurmakta gecikmediler ve ona ajanlık teklif ettiler. Mata Hari bu teklifi kabul etti. Tanıştığı önemli Fransız siyasetçilerden bilgiler sağlayıp, bunları Almanlara veriyordu. Tabiki karşılığında yüklü ödemeler alıyordu. Fakat Fransız istihbarat örgütü çok geçmeden bu durumu fark etti.

Uzun süre Fransızlar tarafından takip edilen Mata Hari'nin hakkında Almanlara çalıştığına dair bir çok bilgi geliyordu. İlerleyen aylarda Fransızlar, Mata Hari ile ilgili somut kanıtlara ulaştılar ve 1917 yılında onu tutukladılar. Yargılandığı mahkemede hakkında idam kararı çıkan Mata Hari için sonun başlangıcı yaklaşıyordu. Yine aynı yıl kurşuna dizilerek henüz 41 yaşında öldürülecekti.

İşin ilginç tarafıysa Mata Hari'nin kurşuna dizilmeden önce "Bu Fransızlar beni öldürmekle ne kazanacaklar, savaşı mı kazanacaklar?" dediği söyleniyor. Hatta kurşuna dizilme anında gözlerinin bağlanmasını reddetmiş. Onun bu cesaretinin herkesi şaşkına çevirdiğine eminim. Onu öldürmekle görevli on beş askerden sadece birisinin ateş ettiği, diğerlerininse ona ateş edemedikleri rivayetinin ne kadar doğu bilemiyorum.


Mata Hari'nin hayatı ilerleyen yıllarda sinemacılara ve edebiyatçılara ilham kaynağı olmuştu. Onun hakkında kitaplar yazılmış, 1931 yılında da başrolünü Greta Garbo'nun oynadığı filmi çekilmişti. Bu sayede geniş kitleler, Mata Hari'nin hayat öyküsünü öğrenme şansına erişmişti.

2001 yılına gelindiğindeyse Fransa merkezli niş parfüm evi Histoires de Parfums, onun hayatından esinlenerek 1876'yı meydana getirdi. Her ne kadar Hollanda doğumlu olsa da, hayatının büyük bölümü Paris'te geçmişti Mata Hari’nin. İsmini, Mata Hari'nin doğum tarihinden almış 1876. Kokusu da onun kısa sayılabilecek enterasan ve dramatik yaşamına ithaf edilmiş.

1876, kendi sitelerinde şipre/çiçeksi oryantal olarak sınıflandırılmış. Parfümün başlangıcı tatlımsı modern kırmızı meyvelerle gerçekleşiyor. Yüksek kaliteli bu meyveler ne olabilir diye düşünürken, kendi sitelerinde üst notalarında litchiyi fark ettim. Sanırım bu kırmızı meyve kokusu ondan geliyor. Biraz kadınsılık hissetsem de başlangıcı çok güzel diyebilirim. Orta kısma geçildiğinde tatlı meyvelere enfes bir iris (süsen) ekleniyor. Ayrıca tatlımsı baharatlar ve gül de artık kendisini hissettiriyor. Başlangıçta süsen öndeyken sonrasında gül daha dominant. Bence orta notalar baharatlı gül şeklinde gerçekleşiyor. Orta notaları gayet başarılı. Son kısımda yine değişiyor kokusu. Kuru bir paçuli ve odunsu notalar algılıyorum. Biraz da misk. Bence parfümün en sıradan kısmı alt notaları. Böylece de tenden ayrılıyor.

1876, bence dört ana öğeden oluşuyor. Kırmızı meyveler, gül, baharatlar ve sandal ağacı. Genel olarak yüksek kaliteli ve zengin diyebilirim. Zaten markanın diğer parfümleri de aynı minvalde. O anlamda denediğim Histoires de Parfums kokuları gayet başarılı. Üst-orta-alt notalar kuralına harfiyen uyuyorlar. Düz çizgide ilerleyen, sıradan parfümler değil hiç birisi. Çok katmanlı ve derinler. 1876’da koleksiyonun diğer parçaları gibi kompleks, detaylı ve yüksek kaliteli.


1876’ya dışarıdan bir gözle bakmaya çalıştığımda onun baharatlı gül parfümü olduğunu fark ediyorum. Diğer öğeler (süsen, paçuli, meyveler) kokusunu zenginleştirmek için kullanılmış sanki.

Baharatlı gül demişken, bu yolda onun yalnız yürümediğini bilmeliyiz. Rakipleri arasında Le Labo – Rose 31, Amouage – Lyric Man, Frederic Malle – Noir Epices ve The Different Company – Rose Poivree sayılabilir. Görüleceği üzere çok güçlü rakiplerle mücadele etmek durumunda. Peki 1876’yı diğerlerinden ayıran yanları neler?

Bence üç öğe 1876’yı diğerlerinden farklı kılıyor. Birincisi başlangıçtaki meyveler. İkincisi orta kısımda şöyle bir kendisini gösterip sonra kaybolan süsen (iris). Üçüncüsü orta notaların sonlarına doğru başını kaldıran ve size selam veren paçuli. Onun dışında diğer baharatlı gül parfümlerinden çok çok büyük farkları yok.

Başlangıcıyla orta kısmını çok sevdiğim 1876’nın, sonları biraz sıradan geldi bana. Muhtemelen notumun düşmesinin sebebi alt notaları olacak. Yoksa çok daha yüksek not alabilecekti benden. Fakat bu haliyle bile çok güzel. Eğer derin ve zengin bir gül kokusu arıyorsanız, 1876’yı muhakkak listenizin üst sıralarına ekleyin.


1876, bir kadının hayatından ilham aldığı için kadın parfümü olarak değerlendiriliyor. Bence başlangıcı dışında yoğun kadınsılık barındırmıyor. Erkeklerde rahatlıkla kullanabilir. Luca Turin’in erkeksi gül sınıflandırmasını yerinde görünüyor.

Aslına bakılırsa, 1876’nın kokusuyla Mata Hari’nin hayatı arasında bağ kurulabilir. 1876’nın dramatik, gizemli, egzotik ve hüzünlü kokusunun, ilhamını aldığı Mata Hari’yle çok büyük benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Bu anlamda Gerald Ghislain fena iş çıkartmamış.

Markanın kurucusu ve sahibi Gerald Ghislain, 1876 için kısaca şunları söylemiş:

“1876’da bir değil, birden fazla gül var. Ama klasik parfümlerde sıkça rastlanan kırılgan ve çocuksu bir gül kokusu kullanmadım. Mata Hari’nin kişiliğine uyacak şekilde büyülü, hayran bırakan, baharatlı gül kokusu kullandık. Oldukça kasvetli ve odunsu koktuğu için Moldova gülünü tercih ettim. Vetiver, kimyon, sandal ağacı, bergamot, lichee, tarçın gibi notaları vurguladım. Gülün şehvetini, yeni bir gül kokusuna dönüştürmek istedim. Gerçek bir oryantal çiçeğe…”    

Parfüm yazarı Luca Turin, 1876’yı erkeksi gül olarak sınıflandırmış ve beş üzerinde dört yıldız vererek oldukça başarılı bulmuş. Eau de Parfum konsantrasyonuna sahip. Sonbahar-kış mevsimlerinde kullanmak iyi fikir. Yaş olarak sanki 25 ve üzerindeki arkadaşları hedefliyor.


Artıları:
+ Başlangıcı güzel.
+ Orta kısmını da sevdim.
+ Genel olarak yüksek kaliteli ve zengin.

Eksileri:
- Sonları çok başarılı gelmedi bana.
- Fiyatı biraz yüksek.

Koku Güzelliği:10/8

15 Ekim 2013 Salı

Guerlain – Vetiver (1959)


Guerlain – Vetiver (1959)

Aslında hikayenin başlangıcı 1957 yılına kadar gitmekte. Modacı Carmen de Tommasso, bir çok örneğinde görüleceği üzere parfüm piyasasına adım atmak ister. 1946 yılında Ma Griffe ortaya çıkar. İkinci kadın parfümü Robe d'Un Soir'den sonra bir de erkek parfümü tasarlatır. 1957 yılında çıkan Vetiver isimli koku, muhtemelen parfüm dünyasında taşların yerinden oynamasını sağlamıştır. Çünkü o güne kadar ilk defa Vetiver isimli bir parfüm böylesine başarılı olmuştur.

Carven - Vetiver'in ilk çıktığı zaman büyük başarı kazanması rakiplerinin de dikkatini çeker. Bugün bile hala önemli erkek parfüm klasiklerinden kabul edilen Carven'in Vetiver'ine cevap, sadece iki yıl sonra gelir. Üstelik 22 yaşında gencecik bir delikanlıdan.

Guerlain parfüm evinin beşinci nesil üyesi ve baş parfümör Jean-Paul Guerlain, çocukken koku tasarımcısı olmayı düşünmüyordu. Aslında abisi Patrick Guerlain aile geleneği olan parfümörlüğü sürdürmek için seçilmişti. Fakat ilerleyen yıllarda Jean-Paul Guerlain'in görme yetisi çok genç yaşında giderek azalmaya başlamıştı. Bunun üzerine dedesi Jacques Guerlain, onu kanatları altına alıp, bizzat yetiştirdi. Dedesi ve akıl hocası olan büyük parfümör Jacques Guerlain'in stajyerliğini yaptı uzun süre. Hatta bir parfüm fabrikasında işçi olarak çalıştı kokuları öğrenmek ve tanımak adına.

                                                                      Jean-Paul Guerlain

Takvim yaprakları 1959 yılını gösterdiğinde, Jean-Paul Guerlain isimli genç adam, henüz 22 yaşında Vetiver isimli parfüme imza attı. 1950'li yılların sonlarında Vetiver parfümünün dünya çapında böylesine büyük başarı yakalayacağını tahmin etmiş miydi diye düşünüyorüm. Muhtemelen hayır. Fakat 2013 yılının dünyasında, Guerlain'in Vetiver'i, en önemli klasiklerden birisi olarak kabul ediliyor. Hatta bir çok parfümün referans aldığı nirengi noktası gibi adeta. Günümüzün ve eskinin bir çok Vetiver temalı parfümü de dahil.

İşte bugün parfümler tarihinin dönüm noktalarından birisini yazacağım. İlk olarak 1959 yılında çıkan Vetiver, aradan geçen 54 senelik zaman dilimi içinde formül ve şişe değişiklikleri geçirmiş durumda. Bu da gayet normal. Benim denediğim en yeni sürümü. Şöyle tanıtılmış Vetiver, resmi olarak:

"Guerlain ailesi, 1950'li yıllarda sürpriz şekilde vetiveri merkeze alan bir parfüm oluşturmaya karar verdi. Bir kaç denemeden sonra Guerlain parfümörü, soluk şafak vakti ışığının altında dünya gibi kokan form oluşturmayı başardı. Dünyanın ilk sabahını çağrıştıran bu koku, odunsu akorla tütün ve baharatın rafine şıklığını harmanlayan, benzerine zor rastlanabilecek sofistike bir parfümdür."

Yeşil odunsu olarak sınıflandırabileceğim Vetiver'in başlangıcında karşıma limon çıkıyor. Doğal, asitli biraz tozlu/eski limon. Çok ferah, basit, kaliteli ve kolonyamsı. Üst notalarını sevdim. İlerleyen dakikalarda limon geri çekiliyor. Onun boşluğunu sabunsu-çimensi yeşillikler dolduruyor. Limon da hala arka planda destek veriyor. Orta kısım için yeşil sabunsu limon ağırlıklı diyebilirim. Hala doğal, pürüzsüz ve kaliteli ama başlangıcı kadar sevemedim. Son kısımda tamamen ismini aldığı vetiver ortaya çıkıyor. Artık tamamen bir vetiver kokusuna dönüşüyor. Limon yine gerilerden hissediliyor fakat artık çok zayıf. Hissedilir oranda odunsu notalar ekleniyor. Biraz da tütün. Alt notalarda tütün olmasına rağmen hoşuma gittiğini söyleyemem. Böylece de tenden ayrılıyor.


Vetiver, bence günlük kullanıma uygun, ferah limon ağırlıklı, yeşil sabunsu bir vetiver parfümü. Evet biraz tütün hissediliyor ama baş rolde değil. Zaten sabunsu yeşilliklerle tütün karışımlarını hiç bir zaman sevmem. Daha doğrusu buradaki tütün kullanımını kendime yakın bulamadım. Vetiver'e destek veren odunsu notalar kuru ve sıradan. Rahatlıkla diyebilirim ki tam bir ilkbahar-yaz kokusu.

Vetiver'in, ağır yada yoğun bir tarzı yok. Tam tersi içinde barındırdığı sabunsulukla temizlik hissi veren yeşil ve efendi bir kokuya sahip. Ilık ilkbahar güneşiyle birlikte kullanılırsa insanı rahatlatan, dertlerinden arındıran, stresini azaltan yönü olabilir. Ferah, sakin, dengeli, kaliteli, uyumsuzluk hissedilmeyen, çok derin ve karmaşık olmayan kokusu bazı arkadaşlar için oldukça güzel gelebilecektir.

Aslına bakılırsa Vetiver'den esinlenilmiş parfümler, onun benzersiz olma özelliğini de yitirmesine neden olmuş sanki. Creed - Original Vetiver, Tom Ford - Grey Vetiver ve Mugler Cologne'ye benzettim biraz. Sanki üç parfümde Vetiver'in bir parçasını alıp, kendilerinde kullanmışlar.

Peki Vetiver'i sevdim mi? Ne yazık ki bu tür yeşil sabunsu vetiverler ile aram iyi değil. Onun için hiç bir zaman şişesini alıp kullanacağımı sanmıyorum. Kokusu yeterince kaliteli ve başarılı. Ama tarzını kendime yakın bulamıyorum bir türlü. Kısacası çok sevdiğimi söyleyemem. Fakat önemli bir klasik olduğunu ve saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. Evet onunla aynı frekansa sahip değiliz belki ama yine de ferah, pürüzsüz ve rafine bir vetiver parfümü arıyorsanız en iyi seçenekler arasında olduğu söylenebilir.


Vetiver'i kullanan ünlüler arasında Andy Garcia, Arnold Schwarzenegger, Elle MacPherson, Harrison Ford, Jodie Foster, Michael Caine, Mick Jagger, Naomi Campbell, Paul McCartney, Peter Sellers, Sarah Jessica Parker'ın olduğu bilgisine ulaştım. Umarım doğrudur.

Parfüm yazarı Luca Turin, Vetiver'i referans vetiver olarak sınıflandırmış ve beş üzerinden dört yıldız vererek oldukça beğenmiş.

Erkek parfümü olarak çıkarılmasına rağmen, çok sayıda kadın kullanıcısı olduğunu duyduğumda hiç şaşırmadım. Bence de öyle yoğun erkeksilik yok. Bu anlamda kadınlarında kullanabileceği sonucunu çıkarabiliriz.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.


Artıları:
+ Başlangıcını sevdim.
+ Ferah, hafif, sakin ve dengeli.
+ Vetiver kokusunu seven herkesin denemesi gereken bir klasik.

Eksileri:
- Orta kısımdan itibaren başlayan yeşil sabunsuluk ilgimi çekemedi.
- Sonları da bana göre değil.
- Fiyatı rakiplerine göre yüksek.

Koku Güzelliği:10/7

12 Ekim 2013 Cumartesi

By Kilian – Straight to Heaven (2007)


By Kilian – Straight to Heaven (2007)

"İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billur kaselerle, gümüşi beyazlıkta (billur gibi) şeffaf kupalarla dolaşılır ki (Cennet sakinleri bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların iştahları) ölçüsünde tavin ve takdir ederler.

Onlara orada bir kaseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç huriler dolaşır ki, onları gördüğünde etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir. " (el-İnsan, 76/11-22).

Dinler tarihine dair araştırmalar, hemen her din ve inanç sisteminde ölüm sonrası hesaplaşmanın, ceza veya mükafatın varlığının kabul edildiğini göstermiştir. Genel olarak İslam alimlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş, onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Fakat yine de Cennet kavramı, bol ağaçlı, yeşili çok, güzel binaları olan, insanı hayran bırakan, bakıldığı zaman huzur veren manzaralara sahip bahçeleri çağrıştırmakla birlikte, en güzel hayatın yaşanacağı, güzellikler ve huzurun, her türlü iyi halin görüleceği mutluluklar diyarını akla getirir.


Cennet kavramı bence insanlığın ulaşması gereken ideal ütopyadır. Fakat insanın sonradan öğrenilmiş veya fıtratından gelen sorunlar, o ideal dünyayı yaşamayacağımızı  yüzümüze acı şekilde vuruyor. Yine de insanın Cennet nimetlerine olan hevesi ve isteği bitmiyor tersine artıyor. İsmini Cennet’ten alan parfümler kervanına ünlü niş marka By Kilian'da katılmış durumda. Kilian Hennessy'in sahibi olduğu marka, 2007 yılında kurulmasına rağmen, şimdiden adından sıkça söz edilir oldu.

Özellikle 2007 yılına fırtına gibi giren By Kilian, çıkardığı altı parfümle dikkatleri kısa sürede üstüne çekmeyi başardı. İlk parfümleri L'Oeuvre Noire (Siyah Başyapıt) serisine ait. Bugün inceleyeceğim Straight to Heaven (White Cristal) 2007 yılında ilk çıkan parfümlerinden. L'Oeuvre Noire serisine ait. Kendi sitelerinde kısaca şöyle tanıtılmış:

"Adaların sıcaklığında harmanlanmış hayat veren bir alkol olan Rom içkisinden ilhamını almıştır. Endonezya'nın paçulisi, sıcak ve derin, Java'nın gizemli küçük hindistan cevizi, Atlas'ın sedir ağacı ve Brezilya'nın gül ağacı. Bu şehvetli koku bize suni cennetin zevklerini sunar."

Fragrantica'da odunsu baharatlı olarak sınıflandırılmış Straight to Heaven. Üzerime ilk sıktığımda karşıma oldukça farklı bir koku çıkıyor. Yoğun ve bariz içki kokusu üst notalarda çok baskın. Ne olabilir diye düşünürken parfümün Rom içkisinden esinlendiği aklıma geliyor. Hiç Rom içmedim ama eğer kokusu buna benziyorsa çok şey kaçırmışım. Nefis bir açılışı var parfümün. Çok yüksek kaliteli ve zengin üst notaları ilk kullanımda sevmemiştim. Fakat kullandıkça hayran kaldım. Sanki çok pahalı bir kırmızı şarap gibi. İçkiye biraz baharatlar ve kırmızı meyveler de eşlik ediyor. Tam istediğim gibi. İlerleyen dakikalarda içki teması hala hissediliyor ama etkisini kaybetmeye başlıyor. Bu andan itibaren ortaya kremsi enfes bir paçuli çıkıyor. Tatlı yada şekerli değil. Bu anda baharatlar biraz daha hissedilir oluyor içkinin ağırlığı azalınca. Orta kısım başlangıcı kadar vurucu olmasa da hala güzel. Son kısımda ağırlık odunsu notalara kayıyor. Muhtemelen sedir ağacı alt notaların ana oyuncusu. Ayrıca ciddi oranda tütsü de hissediyorum. Kapanışını biraz üretimi bitirilmiş Gucci Pour Homme'a benzettim. Son kısım metalik ve yapaylık sınırlarında geziniyor. Yine de bir sürü ortalama odunsu temaya sahip modern parfümden daha başarılı. Böylece tenden ayrılıyor.


Straight to Heaven kesinlikle çok güzel bir parfüm. İçki temasının verilişi, kırmızı meyveler (gül veya gül ağacı da olabilir) ve baharatların karışımı, odunsu notaların cazibesi oldukça ilginç. Özellikle üst notalardaki o kırmızı şarap benzeri içki teması, karşıma çıkan en iyilerden birisiydi. Ki genellikle parfümlerde içki kokuları iyi sonuçlar vermiyor. Fakat burada enfes kullanılmış. Orta kısımdaki kremsi paçuli de takdire şayan. Baharatlarla uyumu gayet yerinde. Sonlarındaki yapay sayılabilecek tütsümsü odunsu notaları başlarda yadırgadım. Fakat kullanım süresince onu da çok mantıklı ve kabul edilebilir buldum. Olabilecek en uyumlu harmanı kullanmış Sidonie Lancesseur.

Straight to Heaven bana göre iki ana öğeden oluşuyor. İçki teması ve odunsu-tütsü koku. Diğerleri kokuyu zenginleştirmek için kullanılmış sanki. Hatta biraz zorlarsam tam bir odunsu parfüm diyebilirim. Orta kısımdan itibaren ortaya çıkan odunsu notalarla tütsü çok iyi dengeye oturtulmuş. Yoğun ve keskin odunsu parfümlere mesafeli dursam da buradaki kullanımı iştah kabartıcı.

Erkeksi, biraz yaş isteyen, modern, cazibeli, çarpıcı, zaman zaman seksi, girdiği ortamın havasını değiştirebilecek kokuya sahip olduğunu düşünüyorum. Metropolde yaşayan, ev partilerine ve ünlü kulüplere sıkça giden, iyi işi olan başarılı ve yakışıklı bir erkeğe çok yakışacağını hissedebiliyorum. Bu anlamda kokuları çok benzemese de konsept ve vermek istediği mesajlar anlamında Tom Ford For Men ile benzeştiklerini söyleyebilirim. Fakat Straight to Heaven, ondan 1-2 gömlek daha üstün koku güzelliği anlamında.

Hani ilk önce sevemezsiniz bir parfümü. "Bu ne yahu" dersiniz. Kafanızda soru işaretleri oluşur. "Eyvah" diye aklınızdan geçer. Fakat kullandıkça ona ısınırsınız, onu anlarsınız, onunla ilişki kurarsınız ve onu seversiniz. İşte benim de Straight to Heaven ile ilişkim aynen böyle oldu. Sonuç olarak şimdiye kadar denediğim en iyi içki temalı parfümlerden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu anlamda By Kilian çok iyi iş çıkarmış.


Enteresan tarafıysa günümüzün bir çok modern parfümündeki gibi tatlılık barındırmaması. Bir tek kırmızı meyveler ve baharat kısmı biraz tatlılık barındırıyor. Onun dışında çok fazla tatlılık kullanılmaması güzel fikir. Zaten erkeksi genlerini bu durumdan aldığını düşünüyorum.

Acaba içki teması neden bu kadar baskın şekilde kullanılmış? Bu seçimde, Kilian Hennessy’in ailesinin dünyaca ünlü konyak üreticilerinden olması etkili olabilir mi? Bay Hennessy aile mesleğine saygı duruşunda bulunmuş olabilir mi? Neden olmasın… Yada başka bir açıdan bakarsam; Allah’ın insanlara vaadi olan Cennet’te salih kullara sunulacak içkilerden “Cennet Şarabına” gönderme mi yapılmış? Bu soruların cevabını sadece Kilian Hennessy verebilir gibi görünüyor.

Independent gazetesinin Kilian Hennessy ile yaptığı söyleşide şunları söylemiş parfümü için: 

"Straight to Heaven, By Kilian'ın en çok satan parfümlerinden birisi. Onun bu kadar popüler olması benim için büyük sürpriz oldu. Bu koku ile ilgili hiç bir şey kolay değildir. O serttir, o hamdır. Ferah değildir. O gerçekten benzersizdir. Bir keresinde yolda yürürken bir adam yanımdan geçti ve bana Straight to Heaven değil mi dedi. Bu bey bana bir hikaye anlattı. New York'ta Straight to Heaven kullanmış bir erkek arkadaşının, yoldan geçen hiç tanımadığı bir kadın arkadan yaklaşılıp boynunu yalamış." Ülkemizde bu parfümü sürdükten sonra hiç bir tanımadığınız kadının boynunuzu yalayacağını sanmıyorum ama karşı cinsin seveceğini düşünüyorum. Fakat bu parfümün böylesine sevilmesine ve çok satmasına neden şaşırmış Kilian Hennessy anlayamadım.

Parfümün bana göre iki olumsuz yönünden bahsedeyim. İlk olarak sonlara doğru yapaylaşan odunsu notalar, kimileri için rahatsız edici olabilir. Luca Turin'de yorumunda bu yapaylığa vurgu yapıp, eleştirmiş kitabında. Bence enteresan bir çekiciliği var bu tütsü-sedir birlikteliğinin. İkinci olarak da fark edilirliği düşük oldu bende. Gerek tenimde gerekse kıyafetimde çok fark edilir olmadı. Kalıcılığı gayet iyi ama fark edilirlik anlamında o kadar da tatmin edici değil.


Kendi sitelerinde kokusunun tasarımcısı olarak Sidonie Lancesseur gösterilmiş. Parfüm kritikçisi Luca Turin, Straight to Heaven'ı bitmemiş oryantal olarak sınıflandırmış ve beş üzerinden iki yıldız vermiş kokusuna. Bana oldukça düşük geldi bu sefer Turin'in notu. Tabiki saygı duymamız gerekir Luca Turin’in fikrine ama yine de bence en az dört yıldızı hak ediyor.

Eau de Parfum (EDP) konsantrasyonuna sahip. Kimi yerlerde uniseks olarak kimi yerlerde de erkek parfümü olarak verilmiş. Bence de erkek kullanımına daha yakın. Tam bir sonbahar-kış parfümü. Soğuk havalarda çok daha etkileyici olacağını düşünüyorum. Her ne kadar oldukça beğensem de çok yüksek fiyatına istinaden denemeden almamanızı öneririm.

Artıları:
+ Başlangıcı enteresan ve çarpıcı.
+ Orta kısmını beğendim.
+ Canlı ve çekici kokusu övgüler almanıza yol açabilir.

Eksileri:
- Sonları harika değil.
- Fark edilirliği düşük.
- Fiyatı çok yüksek.

Koku Güzelliği:10/8

9 Ekim 2013 Çarşamba

Chanel – Platinum Egoiste (1994)


Chanel – Platinum Egoiste (1994)

Parfüm dünyasının önemli klasiklerinden olan Egoiste'i, Chanel, erkeklerin beğenisine sunmuştu 1990 yılında. Aslında doğru isim Jacques Polge'du. Chanel'in baş parfümörü olarak 30 yıldan fazla görevinin başında Polge. İlk önemli erkek parfümü olan Antaeus, bugün hala en çok saygı duyulan klasiklerden birisi olarak yanıbaşımızda. Antaeus’tan dokuz yıl sonra Chanel yine iddialı bir parfüme imza attı. Egoiste, enteresan ismiyle, büyük pazarlama kampanyalarıyla piyasaya sürülmüştü. Fakat özellikle Amerika pazarında beklenen başarıyı yakalayamamıştı. Egoiste'ten dört yıl sonra Platinum Egoiste geldi. Neyseki Platinum, oldukça başarılı satış rakamları yakalamıştı. Baş parfümör Polge bu durumu şöyle anlatıyor bir söyleşisinde:

"Büyük pazarlama faaliyetlerine rağmen Egoiste, Amerika'da başarılı satış rakamlarına ulaşamadı. Biz ondan daha büyük başarılar bekliyorduk. Bu yüzden 1994 yılında Platinum Egoiste'i piyasaya sürdük. Ve o, büyük bir hit oldu. Fakat klasik Egoiste'i meydana getirdiğimiz için hala çok mutluyum."

Söyleşinin bu kısmından anladığım kadarıyla, Egoiste'in bazı pazarlarda beklenen ilgiyi görmemesi üzerine Platinum versiyonu çıkarılmış. Yine Polge tarafından oluşturulmuş Platinum Egoiste. Kendi sitelerinde ferah-yeşil-odunsu olarak sınıflandırılmış. Kısaca şöyle tanıtılmış: "Egzotik ağaçların sıcaklığıyla ışıltılı ve erkeksi, enerjik, parlak bir kompozisyon."


Parfümü üzerime ilk sıktığımda karşıma sıradan turunçgiller çıktı. Ona ciddi anlamda aromatik ferah lavanta eşlik ediyor. Zaten kimi yorumcuların açılışını Cool Water'a benzetmesinin sebebi bu sanırım. Neredeyse akutik-ferah bir açılışı var. Çok sevdiğimi söyleyemem. İlerleyen dakikalarda parfümün ana karakteri ortaya çıkmaya başlıyor. Bir çok aromatik fujerda karşımıza çıkan o tuhaf buruk meyveler burada da etkili. Ona biraz eğrelti otu, yumuşak baharatlar ve ciddi oranda sardunya ekleniyor. Biraz Calvin Klein - Eternity For Men havası var sanki. Son kısma geçeyim. Alt notalarda keskin ve yapay odunsu notalar sizi karşılıyor. Oldukça yapay odunsu notalar muhtemelen sedir ağacından oluşmakta. Fakat parlak, yapay ve Iso E Super bombası şeklinde. Sardunya ve o buruk meyvelerde hala hissediliyor geri planda. Böylece tenden ayrılıyor.

Platinum Egoiste, tam bir aromatik fujer diyebilirim. O buruk tuhaf meyveler ve sardunya ana ekseni oluşturuyor bence. Zaman zaman yeşillikler (aromatik otlar) zaman zaman da yapay-parlak odunsular kendisini hissetiriyor. Tuhaf ve kendi içinde tutarlı bir dengede ilerliyor kokusu. Kendi türünün tipik bir örneği.

Platinum Egoiste, ne yazık ki en sevmediğim tarza mensup. Burberry For Men'deki o nefretlik buruk fujer meyvelerini andıran kokusuyla hiç bir zaman ilgimi çekemeyeceği konusunda herkesle iddiaya girmeye hazırım. Evet bu parfüm ünlü abisinin ismini kullanan ukala kardeşini hatırlatsa da bana, onu özellikle kadınların oldukça seveceğini düşünüyorum. Tabiki heteroseksüel olduğum için memnunum ama kadınların da artık böyle burnu havada fujerlara değil de kırmızı meyveli tütün kokularına hayran oldukları bir dünyanın hayalini kuruyorum. Evet Martin Luther King değilim. Onun gibi bir "dava" adamı olmak için çok fırın ekmek yemem lazım ama yine de söylemeden edemeyeceğim: "I Have A Dream..."


Kimisi onu Cool Water'a benzetmiş (başlangıcı sebebiyle olabilir), kimisi Eternity For Men ve Paco Rabanne XS'e benzetmiş (tuhaf meyveler ve sardunya bu işin sorumlusu), kimisi de abisi Egoiste'e (Bunu nasıl becermişler anlayamadım). Neye benzetilirse benzetilsin, hiç bir yaratıcı tarafı olmayan, "ticari bir deneyden" öteye gidemeyen, karakteri olan (ama benim sinirimi bozan!), muhtemelen geçirdiği reformülasyon sonrası iyice dengesi bozulmuş, şirazesi kaymış yapaylığıyla ona Demet Akalın şarkısı hoppalığı ve sığlığıyla şöyle sesleneceğim: "Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma."

Değerli, dünyaca ünlü Chanel.Stop. Ne zaman gerçekten doğru düzgün bir erkek parfümü yapacaksın merakla beklemekteyim.Stop. Hep şöhretli kadın parfümlerinin mirasını mı yiyeceksin.Stop. Hazıra dağ dayanmaz diye ünlü bir Türk atasözü vardır hatırlatmak isterim.Stop. Hala Pour Monsieur'undan büyük ümidim var.Stop. Eğer o da fos çıkarsa mahalleden adam toplayıp oraya geleceğim.Stop. Gözlerinizden öperim.Stop.   Adres: Chanel CEO'su (her kimse) - Paris.

Parfüm yazarı Luca Turin, Platinum Egoiste'i iç karartıcı fujer olarak sınıflandırmış ve beş üzerinden iki yıldız vermiş. Kesinlikle çok güzel puan. Bir de Luca Turin'i beğenmezler. Cesaretinden dolayı helal olsun sana Turin! Kahrolsun korkaklar ve popülistler!


Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/5

6 Ekim 2013 Pazar

Serge Lutens – Cuir Mauresque (1996)


Serge Lutens – Cuir Mauresque (1996)

Sanırım 15-16 yaşlarındaydım. O zamanlar yaşadığımız Uşak ili, küçük sayılabilecek bir şehirdi. Aklımda kalan arkadaşlarımdan birisini hatırlıyorum. Sarışındı. Renkli gözlüydü. Yakışıklıydı. Bizden 2-3 yaş büyüktü. Ailesinin maddi durumu kötüydü. Babaları yoktu. Bütün yük evin erkeği olarak onun sırtındaydı. Oysa o da daha çocuk sayılırdı. Fakat hayat bazen insanları öyle yerlere sürükler ki, bir bakmışsınız 19 yaşında kocaman bir adam oluvermişsiniz. Yada 15 yaşında kocaman bir kadın. Elimizden bir şey gelmese de kabul etmek zorunda kalırız o rolü.

O arkadaşım bana çalıştığı tabakhaneden bahsederdi. Oranın ne kadar kötü çalışma şartlarına sahip bir yer olduğunu, oradan ne kadar nefret ettiğini, oranın kokusunun nasıl dayanılmaz olduğunu anlatırdı. O yaşlarda, "cehennem böyle bir yerdir herhalde" diye düşünürdüm. Gerçektende dünyanın en zor işlerinden birisidir tabakhane işçiliği. Çoğu insan fazla dayanamaz orada çalışmaya. Ya hasta olur bırakır, yada çalışma şartlarına tahammül edemez.

Tabakhane, ham haldeki derilerin getirilip, değişik işlemlerden geçirilerek işlendiği yerdir. Detaylarını tam bilmediğim bu işlemden sonra kullanılabilecek hale gelen deri, moda ve hazır giyim sektörünün beğenisine sunulur. Mağazalarda afilli askılarda gördüğünüz o güzelim deri ceketlerin ve uçuk fiyatlı deri işlerinin geri planında çok büyük bir emek vardır. Anlatması ve dayanması çok zor bir emek.


Kuzey Afrika'nın güzel ülkesi Fas, deri işleri alanında iddialı. Geçtiğimiz aylarda bir televizyon kanalındaki belgeselde izlemiştim Fas'taki deri üretimini. Muhtemelen ülkemizdekinden çok daha ilkel ve sağlıksız koşullarda yapılan deri işlemesi, yakın zamanda oldukça eleştiri konusu oluyordu yabancı basın tarafından. Euronews'in internet sitesinde rastladığım şu cümle sanırım her şeyi özetliyor: "Dericilik Fas’ın en eski üretim kollarından biri, bir gelenek. Ama aynı zamanda çevreyi en çok kirleteni."

Dünya niş parfümcülüğünün belki de en ilgi çekici, farklı ve "derin" şahsiyetlerinden Serge Lutens'in, Kuzey Afrika kültürüne olan hayranlığını daha önce söylemiştim diye hatırlıyorum. Bir çok parfümünün ilhamını buradan aldığını söylüyor kendisi de. Hatta bu hayranlığı o kadar fazla ki, orada ev alacak kadar ilgi duyuyor. Bugün Serge Lutens'in Fas'taki evi, çok kullanılmasa da gelen turistlerin gezip, fotoğraf çektiği bir yer. Fas'ın turizmine katkı sağladığı bile söylenebilir.

Mağribilere ve genel anlamda Kuzey Afrika kültürüne olan bu sevgi, sadece lafta kalmıyor tabiki. Serge Lutens, 1996 yılında çıkardığı deri temalı parfümüne Cuir Mauresque (Mağribi Derisi) ismini vererek, bu coğrafyayla arasındaki duygusal bağlara yenisi ekliyor olabilir. Hem de çok zor silinebilecek bir imza.


Kendi sitelerinde "Fouets de Velours/Sudden Sweetness" serisine mensup olarak gösterilmiş Cuir Mauresque. Deri olarak sınıflandırılıyor. Cuir Mauresque'in açılışı daha önce rastlamadığım tuhaflıktaki portakal-portakal çiçeği kokusuyla gerçekleşiyor. Normalde ferah ve hafif olarak kullanılan portakal, burada yağlı (hacı yağı kıvamında), kimyasal, ağır ve yapay kokuyor. Sanırım portakala baharatlar eşlik ediyor. Küçük hindistan cevizi ve kakule olabilir. Garip ve sevmesi zor açılışı var. Çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Orta kısma gelindiğinde ortaya parfüme ismini veren deri çıkıyor. Karanlık ve biraz plastiğimsi deri şaşırttı beni. Bu andan itibaren oldukça tatlanıyor kokusu. Tatlımsı deriye baharatların desteği devam ediyor. Fakat daha da çeşitleniyor baharatlar. Karanfil, tarçın, zencefil, kimyon olabilir. Orta notalar tatlımsı karanlık deri ve baharatların hakimiyetinde. Deri her daim ön planda. Baharatlar geriden destek veriyor. Orta bölümde enteresan bir hayvansallık da kendisini gösteriyor. Abartılı bir şekilde kullanılmamış neyseki. Baharatlı hayvansal deri dersem yanlış olmaz. Geçelim sonlara. Alt notalarda karanlık derinin hala etkileri görülüyor. Bu andan itibaren nefis bir amber çıkıyor ortaya. Bu egzotik amber beni benden alıyor. Açık ara parfümün en sevdiğim yeri oluyor. Böylece de tenden ayrılıyor.

Cuir Mauresque, Serge Lutens ile Christopher Sheldrake işbirliğinin ürünü. Erken dönem Lutens'lerden olması benim açımdan sevindirici. Çünkü Lutens'in sanatının nereden nereye geldiğini takip etmek anlamında ilginç bir yolculuk. Zaten Cuir Mauresque, ileride tasarlanacak müthiş Lutens parfümlerinin ip uçlarını 1996 yılında vermeye başlamış. Ne demek istediğimi daha detaylı açıklayayım.

Parfümün başlangıcı ciddi oranda portakal çiçeği esanslarını hatırlatıyor. Bana hacı yağlarındaki o yağlımsı ağır kokuyu hatırlattı. Şimdi burada neden portakal çiçeği kullanmış Lutens? Parfümün Mağribilerden ilhamını aldığını düşünürsek, Ortadoğu/Arap coğrafyasına gönderme yapıldığını düşünebiliriz. Her ne kadar Kuzey Afrika farklı bir kültür denizi olsa da yine de doğuya ait bir bölge ortalama Avrupalının zihninde. Lutens bu anlamda batılı parfüm severlerin bilinçaltına seslenmiş olabilir üst notalarla. Çok ağır ve medikal ürünler gibi kokan başlangıcını sevemedim. Fakat çok kendine özgü olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta bu tür bir koku bilinçli olarak seçilmiştir.


Orta kısımda deri, tamamen ortaya çıkıyor ve direksiyonu eline alıyor. Buradaki deri, Fas'taki deri işletmelerine gönderme olarak düşünülebilir. Fakat deri, karanlık ve plastiğimsi. Şimdi neden böyle bir deri kullandığını anlayamadım. Bu derinin Lutens klasiği tatlımsı-meyvesi baharatlar ve hayvansallıkla desteklenmesi çok iyi fikir. Acaba derinin bu kadar yapay olmasında parfümün reformüle edilmesinin payı var mı merak etmekteyim. Malum 1996 yılında çıkmış bir parfümün reformüle olma ihtimali yüksek.

Son kısımda "ben bu filmi daha önce seyretmiştim" hissini yaşıyorum. O kadar tanıdık bir amber kokusu ki hemen hatırlıyorum. Lutens'in nefis parfümü Ambre Sultan'daki gibi egzotik ve gizemli amber alt notalara saklanmış. Ve zamanı geldiğinde karşınıza çıkıveriyor. Harika bir sürpriz yapıyor. Görülmeye değer bu amber.

Tatlı, karanlık, reçinemsi, dumansı, derin, detaylı, sert, biraz kaba, algıları zorlayan, alışması zor, Arap esintili, doğulu, serseri ve biraz pis. Hepsinden bir parçayı içinde barındırıyor. Cuir Mauresque'in başlangıcını kendime yakın bulamadım. Orta kısmına alışamadım. Sonlarına bayıldım. Kendi içimde gel-gitler yaşattı bana. Sevmemek ve çok sevmek arasında gidip geldim. Çünkü genel karakteri aynen böyle. Sevenler çok sevecek, sevmeyenler hızla ondan uzaklaşacak.

                                                              Cuir Mauresque video -duftarchive.de-

Bu sevmesi ve kullanması zor parfüm zaman zaman ayakkabı boyalarına zaman zaman motor yağlarına zaman zaman hacı yağlarına zaman zaman egzotik Fas'ın dar sokaklarındaki baharat dükkanlarına zaman zaman çarpıcı ve eşine az rastlanır deriye benziyor. Bir yönden diğer tarafa savrulurken, onu sevmek ile sevmemek arasında tereddüt yaşıyorsunuz. Çoğu zaman ne düşüneceğinizi bilmiyorsunuz. Bir yanda tatlımsı meyveler, baharatlar ve ambere hayran kalırken, diğer taraftan portakal ve derinin yapaylığını ve tuhaflığını yadırgıyorsunuz. Genel olarak bakarsam kokusu için portakallı, hayvansı, tatlı baharatlı deri diyebilirim. 

Cuir Mauresque, Lutens sanatının bazı öğelerini içerisinde barındırıyor. Buna şüphe yok. Fakat asla konforlu bir deri parfümü değil. Eğer Tuscan Leather'ı severek kullanıyorsanız aynen devam edin ve Cuir Mauresque'e geçmeyi düşünmeyin. Fakat yeni bir serüven yaşamak istiyorsanız ve herkesin gittiği yollar size sıkıcı geliyorsa Cuir Mauresque'e bir şans verin. Çünkü oldukça şaşıracaksınız onu kokladığınızda.

Orta kısımdan itibaren artan tatlılık, alt notalarda azalıyor neyseki. Lutens'in artık imzası olan tatlımsı kuru meyveler ve baharatlar işbirliği aynen görülmekte. Hayvansallık için muhtemelen civet kullanılmış ama yoğun değil neyseki. Çok yüksek kaliteli parfüm hissi vermese de enteresan bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.


Serge Lutens bir söyleşisinde şunları söylemiş parfümüyle ilgili: "En sıradan ve korkunç parfümü bile, çok çekici olduğunu düşündüğüm biri tarafından sürülmesi halinde beğenebilirim. Kişisel olarak çok sık parfüm kullanmam ama kullandığım zaman da - ki size de bunu öneririm - cömertçe uygularım ki böylece ne kullandığımı rahatça söyleyebilirsiniz. Cuir Mauresque’i, hem ismi hem de akasya üzerinde kurutulmuş Kordoba derisine benzeyen kokusu için tercih ediyorum."

Parfüm kritikçisi Luca Turin'in kitabında Cuir Mauresque, tatlı deri olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinden üç yıldız verilmiş. Tania hanımın verdiği nota bende aynen katılıyorum.

Kokusunun tasarımını dünyaca ünlü parfümör Christopher Sheldrake yapmış. Eau de Parfum (EDP) konsantrasyonuna sahip. Uniseks olarak sunulmuş fakat bence erkek kullanımına daha yakın. Bir kadında böylesi hayvansallık içeren deri ne kadar uygun olur şüphelerim var. Tam bir sonbahar-kış parfümü. Soğuk havalarda etkisi daha enteresan olacaktır. Sıcak havalarda boğucu olma ihtimali yüksek. Bence otuz yaş ve üzerindeki erkeklere uyar. Genç arkadaşların taşıyabileceği gibi değil. Kalıcılığı gayet iyi. Fark edilirliği yüksek. Çok kullanmak sıkıntı yaratabilir. Dozajını iyi ayarlamak gerekiyor.


Artıları:
+ Sonlarını sevdim.
+ Alışılmadık bir macera istiyorsanız Cuir Mauresque sizi bekliyor.
+ Kalıcılık ve fark edilirliği iyi.

Eksileri:
- Başlangıcını sevemedim.
- Orta kısmı da bana göre değil.
- Herkesin sevemeyeceği garip tarzı.
- Her yerde bulmak zor. Fiyatı yüksek.

Koku Güzelliği:10/6.5