Paris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Paris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2016 Salı

Şehir ve Parfüm

Aslına bakarsanız bu yazıyı kaleme almak gibi bir niyetim yoktu. Çünkü böylesi bir konu aklıma daha önce gelmemişti. Ta ki bana facebook adresimden ulaşan bir parfüm sever hanımefendi okurumun sorusuna kadar. Mesajında bana “dünyanın farklı şehirlerini parfümlere benzetecek olsam, bunlar hangileri olurdu” minvalindeki sorusunu okuduğumda açıkçası nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Evet, itiraf ediyorum hazırlıksız yakalanmıştım. Gerçi hazırsızlıktan ziyade böyle bir konuyu daha önce hiç düşünmemiştim. Yani dünyanın önemli şehirleriyle parfümleri eşleştirmek fikri, ilk başta anlamsız gibi gelebilse de eğlenceli olacağını sanıyorum, ne dersiniz?

Tabii böyle bir soruya herkes kendi bakış açısı ve hissettikleri üzerinden cevap verecektir. Burada önemli olan tek bir doğruya ulaşmak değil, farklı fikirleri görmek. Vereceğim örneklere belki de hiç katılmayacaksınız ama zaten çok sesliliğin ve demokrasinin güzel tarafı da bu değil mi? Her ne kadar şu aralar ülkece demokrasiden uzaklaşıyor olsak da.

Neyse çok uzatmayayım. Zihnimdeki şehir-parfüm eşleştirmelerim aşağıdaki gibidir. Eğer siz de kendi şehir-parfüm eşleştirmelerini paylaşmak isterseniz, bu başlığın altına yazabilirsiniz.

Sebebini bilmiyorum ama başlangıcı Tokyo ile yapmak istiyorum. Doğunun gizemli, yüksek teknolojik şehri ve Asya’nın kalbi sayılabilecek Tokyo’ya, Comme des Garçons’un Incense serisinin iki uniseks üyesini yakıştırabilirim. Kyoto ve Avignon, Tokyo’daki bir Budist tapınağı gibi kokar muhtemelen. Biraz klişe olabilir ama Kenzo’nun Tokyo’su da olabilir. Gerçi üretimi bitirildi Tokyo parfümünün ama olsun. Fark edeceğiniz üzere Tokyo şehrine tütsü temalı parfümleri daha çok yakıştırıyorum. Öd teması Tokyo’ya ne kadar yakışır emin değilim ama Tom Ford’un güzel parfümü Tobacco Oud fena olmaz. Yine bir başka Tom Ford eseri Velvet Orchid’idi de listeme ekleyeyim. Nasomatto’nun ortalığı ayağa kaldıran gözdesi Black Afgano’da soğuk Tokyo günlerinde yardımcınız olabilir. Serge Lutens – Borneo 1834 ve son olarak Clive Christian – V For Men diyeyim ve sağlam bir nokta koyayım Tokyo’ya.

Tokyo genis

İkinci şehir Moskova olsun. Dünyanın en önemli şehirlerinden Moskova’nın önümüzdeki günlerde kuruluşunun 870. yılını kutlayacağını okuduğumda hiç şaşırmadım. Eski Rus İmparatorluk geleneğinin sağlam kalesi Moskova şehrinin meşhur soğuğu ve aylarca kar altında olması, daha çok sıcak baharatlı parfümleri aklıma getiriyor. Ayrıca Rusların votkaya olan sevdasını da unutmamak gerekiyor. Nedense Moskova şehrini hep erkeksi bir kent olarak düşlerim. Vereceğim örnekler de bu düzlemde olacak. Yani sıcak baharatlar ve içki. Moskova’ya en yakıştıracağım eser Parfum d’Empire’ın Ambre Russe’si olurdu. Benim de bir dönem kullandığım ve çok sevdiğim Ambre Russe’yi, kışın kar yağdığında özellikle kullanmış ve bambaşka hale dönüşüverdiğini fark etmiştim. Ayrıca Michael Kors For Men de düşünülebilir Moskova için. Mesela By Kilian – Back to Black ve Straight to Heaven hiç fena olmaz. Parfums de Marly – Herod, o buz gibi Moskova kışına derman olabilir. Serin ilkbahar ve yaz akşamları için Tom Ford For Men’de düşünülebilir. Bentley For Men Intense de harika olacaktır Moskova için.

Aşıklar şehri Paris’e geçeyim. Romantizmin şehri, parfüm endüstrisinin sembolik kalbi Paris. Bu cazibeli hanımefendiye hangi parfümler yakışır? Modern çiçeksiler mi, hüzünlü sonbahar kokuları mı? Evet, çok popüler oldu ama bence Tom Ford’un efsanesi Black Orchid, Paris için kötü seçim olmaz. Serge Lutens’in Feminite du Bois’i, yine Tom Ford’un Plum Japonaise’i, Gucci’nin Eau de Parfum II’si (kadın versiyonu) ve tabii ki Mugler’in inanılmaz parfümü Angel EDP. Paris deyince Dior’u nasıl unutabiliriz? Dior Homme ve Dior Homme Intense ikilisi Paris sokaklarını arşınlayan erkeklere uygun olmaz mı? Parisli erkekler, Eau Sauvage’ı atlayacağımı gerçekten düşündünüz mü? Dior’un çarpıcı ve değdiği burunu kendisine çeviren klasiği Addict’i listeye koymazsak ayıp etmiş oluruz. Paris’in sembollerinden olan bayan Chanel’e vurgu yapmadan bu yazıyı bitiremezdim. Chanel’in satış rekorları kıran Coco Mademoiselle’i Paris’e uymaz da nereye uyar? Aklıma geldi Bond No.9 – Chinatown, Paris şehrine yakışmaz mı? Guerlain’in şöhretli klasiklerini unutursam, başıma kötü işler geleceğinden eminim. Jicky EDT, Mouchoir de Monsieur, Chanel Pour Monsieur ve Caron – The Third Men’i listeye büyük bir zevkle ekliyorum. Maison Francis Kurkdjian – Lumiere Noire Pour Homme ile Paris parantezini kapatayım.

Doğu şehirlerinden başlattığım turu batıyla devam ettireyim. 21. yüzyılın başkenti New York, dünyanın her ülkesinden gelen insanların karıştığı bir sentez şehir aynı zamanda. Uyumayan şehir de denilen New York’un canlı ve dinamik günlük hayatı çoğu dünya vatandaşı için gayet çekici. New York için Etat Libre d’Orange – Tom of Finland ile başlayayım. Bond No.9, New York’ta bol bulunan parkları temalaştırıyor ve bence Bleecker Street-Madison Square Park yeşil kokan örnekler. Farklı bir tat olarak Montale – Red Vetiver, New York’un çok kültürlü yapısına hemencecik uyum sağlayacaktır. Hermes – Eau des Merveilles, Emporio Armani – He, Bulgari – Black, John Varvatos Man, Carolina Herrera – 212 Men, By Kilian – Love, Comme des Garçons – 3, Prada Amber Pour Homme, Costume National – 21 aklıma gelen, New York’a yakıştıracağım parfümler.

roma genel

Roma, kolezyumun ev sahibi, Akdeniz’in en çekici başkenti. Tabii söz konusu İtalya olunca bana göre o coğrafyanın ruhunu en iyi yine oraya ait markalar yansıtıyor. Zaten son yıllarda atağa geçmiş durumda İtalya merkezli niş parfümevleri. Yeni markaları bırakalım da İtalya’nın medarı iftiharı Acqua di Parma’ya göz atalım. Her ne kadar Roma şehri tam Akdeniz kıyısında sayılmasa da zihinlerdeki algı, Roma’nın, İtalya’nın yazlık sayfiyelerine benzediği yönünde. Onun içindir ki Roma deyince aklıma ferah ve turunçgilli örnekler geliyor. Genelde İtalya ve özelde Roma için Acqua di Parma’nın parfümleri muhakkak listede olmalı. 1916 çıkışlı klasik Colonia zaten efsane. Colonia’nın devam parfümleri Assoluta ve Essenza denenebilir Roma için. Ayrıca Blu Mediterraneo serisine yer verilmezse olmaz. Bergamotto di Calabria ve Mirto di Panarea fena örnekler olmayacaktır. Bir başka niş parfümevi Annick Goutal’ın Eau du Sud’u da Roma’ya yakışır. Aramis’in önemli klasiği Tuscany, Atelier Cologne – Ambre Nue, Bois 1920 – Classic 1920, Tom Ford – Neroli Portofino, Ermenegildo Zegna – Italian Bergamot, Giorgio Armani – Armani Eau Pour Homme, Lorenzo Villoresi – Uomo, Xerjoff – Nio aklıma gelen bazı parfümler.

Londra. Bu şehrin ismini duyduğumda aklıma hep gri ve yağmurlu bir imaj gelir. Sanırım pek haksız sayılmam. Londra’nın yazın bile serin havası ve bitmek bilmeyen yağmurları sebebiyle, Londra ile bağdaştırdığım parfümler genellikle hüzünlü ve biraz depresif eserler. Mesela Chanel – Coromandel, Miller Harris – La Fumee, Miller Harris – La Pluie. Sadece hüzünlü değil, İngilizlerin inatçı gelenekçiliğini de Penhaligon’s başarıyla devam ettiriyor. Londra’ya Sartorial ve LP No.9 For Men yakışacaktır. Lalique – Encre Noire, LM Parfums – Patchouli Boheme, Serge Lutens – Gris Clair, Amouage – Beloved Man, Christian Dior – Patchouli Imperial, Creed – Irisia, Frederic Malle – L’eau d’Hiver, Eau d’Hermes, Kenzo – Flower Londra’ya uygun bulduğum bazı parfümler.

Ve Ortadoğu coğrafyasının parlayan yıldızı Dubai’ye geçeyim. Dev mühendislik projeleri, yedi yıldızlı altın kaplamalı otelleri, Arap zenginliğinin abartılı gösterişinin şehri Dubai. Bambaşka bir medeniyet projesi adeta bu şehir. Her şeyin en büyüğünün ve en pahalısının olduğu bir çeşit kurtarılmış bölge. E bu kadar büyük paraların döndüğü bir şehrin dünyanın ilgi odağı olmaması düşünülemez. Birçok küresel markanın en yeni ürünlerini tanıttığı Dubai, parfüm markalarının da ilgi odağı şu sıralar. Bu şaşalı şehre de lüks ve oryantal esintili parfümlerin yakışması garip gelmemeli. Dubai şehrini karşılayan en önemli parfüm bana göre Amouage’ın Jubilation XXV’i. Ultra lüks niş parfümevinin ihtişamlı ve zengin parfümü Jubilation XXV, bence Dubai’nin resmi parfümü bile olabilir 🙂 Ayrıca yine Amouage’ın Dia Man, Gold Man, Lyric Man, Journey Man, Silver Man Dubai şehrine uygun olabilecek parfümler. Malum, coğrafya Ortadoğu ve o yöreye gül kokuları da sırıtmaz. Tauer’in bazı eserlerinin de Dubai’yi çağrıştıracaklarını düşünüyorum. Mesela Eau d’Epices, Incense Rose, L’Air du Desert Marocain ve PHI Une Rose de Kandahar, Dubai formatına yakın olabilecek parfümler. Montale – Aoud Lime/Black Aoud, Christian Dior – Oud Ispahan, Bond No.9 – New York Amber/New York Oud, By Kilian – Amber Oud, Costume National – Soul yine Dubai ile eşleştirebileceğimizi düşündüğüm eserler.

dubai bakis

Şimdi fark ediyorum ki yazım fazlasıyla uzamış fakat konu farklı ve zevkli. Şehir ve parfüm eşleştirmesinin ilk bölümü bu yazı olsun. Daha aklımda birçok şehir ve parfüm var. Onları da ikinci yazıya bırakayım. Tabii üşenip ikinci bölümü yazma fikrinden vazgeçmezsem 🙂

5 Şubat 2016 Cuma

Blaise Cendrars ile Söyleşi (Alıntı)

Fransız edebiyatının önemli yazarlarından Blaise Cendrars ile yapılmış söyleşiyi okumaktan büyük zevk aldığım için kaynağını vererek, alıntı yapıyorum. Blaise Cendrars’ın söyleşisine neden yer verdiğimi, bir sonraki parfüm incelememde anlayacaksınız 🙂

Tüm yazarlar yazdıklarının kısıtlayıcılığından ve zorluğundan şikayet ederler.
Seslerini ilginç kılmak için abartırlar. Ayrıcalıklılarından ve sanatlarını icra ederek hayatlarını kazandıklarını için ne kadar şanslı olduklarından daha çok bahsetmeliler. Şahsen hoşlanmadığım bir icra, bu doğru, ancak aynı zamanda soylu bir ayrıcalık, hele bir makinenin parçası gibi yaşayarak toplumun anlamsız çarkının dönüşünü hızlandırmaya yarayan çoğu insanla kıyaslandığında. Tüm kalbimle acırım onlara. Paris’e döndüğümden beri, penceremden izlediğim, metroların düzenli saatlerde içine çektiği ya da dışarıya boşalttığı isimsiz kalabalıklar daha önce olmadığı kadar üzüyor beni. Gerçekten, hayat bu değil. İnsan bu değil. Bir yerde durmak zorunda. Kölelik bu…basit ve fakir insanlar için değil sadece, hayatın genel saçmalığı bu.

Peki çalışma alışkanlıklarınız? Bir yerlerde şafak sökerken uyandığınızı ve saatlerce çalıştığınızı söylemiştiniz.
Çalışmanın bir lanet olduğunu hiç unutmadım, bu yüzden asla alışkanlık yapmadım onu. Kuşkusuz, diğer herkes gibi olmak için, nihayet belli bir saatten belli bir saate dek çalışmak istedim ben de. 55 yaşın üzerindeyim ve sırayla dört kitap bitirmek istedim. Sona erdi ama bu düşünce, arkamda yeterince kitap var. Bir çalışma yöntemim yok. Birini denedim, çalıştı, ancak kalan hayatımda sadece bunu uygulamamın hiç gereği yok. Hayatta kitap yazmaktan öte yapılacak şeyler de var.

Benim gibi modern hayata inancı olan, tüm bu güzelim fabrikalara, dahi makinelere hayran, sıradan bir kişilik, nereye gittiğimizi düşünmekten vazgeçmişse, kınamaktan başka elinden bir şey gelmez çünkü hakikaten hiç yüreklendirici değil bu.

blaise-cendrars-1917 yen

Bir yazar ne kadar görkemli olursa olsun manzara karşısında asla yerini hazırlamamalı. Saint Jerome gibi kendi hücresinde çalışmalı. Geçmişe dönün. Yazmak ruhuna bakıştır. “Dünya benim tasvirimdir.” İnsanlık kurgusunda yaşar. Bu nedenledir ki kâşifler her zaman dünyanın görünen yüzünü kendi görünümlerine çevirirler. Bugün ben bile aynaların üzerini örtüyorum.

Remy de Gourmont’un çalışma odası bir avlunun içindeydi, 71 numara, Paris’te Saints-Pères sokağında. 202 numara, Saint-Germain caddesinde, Guillaume Apollinaire, ki kendisinin geniş odalarla dolu, taraçalı, çatıda terasıyla muazzam bir apartmanı vardı, kendi tercihiyle mutfağında yazıyordu, küçücük bir oyun masasında, oldukça rahatsız bir durumda, arada bir masasını kapatıp daha da küçültmesi gerekiyordu ki aradan kayıp çatıdaki pencereden çıkabilsin ve orası da yine bir avlunun içindeydi. Edouard Peisson’un Aix-en-Provence yakınlarında çok hoş, ufak bir evi vardı ancak vadideki ışık oyunlarının şahane manzarasını izleyebileceği öndeki odaların birinde çalışmak yerine, arkaya inşa edilmiş, penceresi leylaklarla kaplı bir duvara açılan ufacık kütüphane köşesinde çalışmayı tercih ediyordu. Ve ben kendim, kırsalda, Tremblay-sur-Mauldre’daki evimde çalışırdım. Asla yukarı katta, orkidelere bakan odalarda çalışmadım, tercihim hep ahırın ardındaki çıkmaz sokağa ve bahçemi kapatan duvara bakan aşağıdaki odaydı.

İnceleme fırsatı bulduğum çok az yazarın arasında sadece biri, Napolyon’a olan çılgın tutkusuyla meşhur, manzara karşısında yerini hazırlardı, çalışma odası penceresinden Arc de Triomphe’un eksiksiz manzarası izlenebilirdi. Ancak bu pencere genellikle kapalıydı, çünkü büyük adamının zaferinin canlı görünümü ona ilham vermekten uzaktı, kanatlarını koparırdı. Kapısının ötesinden çalışırkenki gelgitleri duyulabilirdi, böğrüne vurur, kelimelerini kükrer, ifadesini ve ses uyumunu düzeltir, inler, sızlanır, eserlerini yüksek sesle okuyan hasta Flaubert gibi haykırır. Karısı hizmetlilere seslenir, Dikkat etmeyin, Beyefendi stilini cezalandırıyor.

Hayatınız boyunca çok okumuş olmalısınız?
Aşırı derecede okudum. Tutkumdu bu. Her yerde, bütün koşullarda ve her çeşit kitap. Elimin altına düşen her şeyi silip süpürdüm.

blaise_cendrars cat yen

Okumak sizin için, dediğiniz gibi, zamanda veya boşlukta yolculuk anlamına gelmiyor, daha çok, pek güç harcamadan karakterin derinliklerine nüfus etmenin bir yolu. Hayır, okumak benim için bir uyuşturucudur. Yazıcının mürekkebi uyuşturur beni.

Bazı alışık olmayan okumalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Captain Lacroix eski bir denizcidir ve kitapları canavar gibidir. Onla karşılaşacak kadar şanslı olamadım hiç. Saint-Nazaire, Nantes’da aradım onu. Seksenlerinde olduğu ve halen bırakmak istemediği söylenmişti bana. Gemi yolculuklarına çıkamayacak hale geldiğinde bile deniz kuvvetleri sigortacısı olmuş ve görünen o ki teknelerinin durumunu görmek için gerektiğinde dalgıç kıyafetleri giymekte tereddüt etmemiş. Onun yaşında, takdir edilesi. Hayal ediyorum ki şömine başında kış geceleri uzun görünüyordu ona, denizden gelen rüzgar Loire-Inférieure’daki köyüne doğru estiğinde ve bacasını tüttürdüğünde, sanırım onun gibi yedi denizi de görmüş, mümkün olan ve düşleyebileceğiniz her çeşit gemiyi idare etmiş birisi için bu kitapları yazmak zaman öldürmek gibiydi. Kalın kitaplardı bunlar, sağlam inşa edilmiş, güvenilir belgelerle dolu, bazen biraz ağır ama neredeyse her zaman taze, böylece sıkıcı da değil, bu yaşlı deniz adamı resimli kartpostalları, ve gençliğinden kalma eğlenceli limanlara dair fotoğrafları araştırıp buluyordu. Her şeyi olduğu gibi aktarıyordu; deneyimleri, Boynuz Burnu’ndan Çin Denizi’ne, Tazmania’dan Ushant’a gördükleri, öğrendikleri, her şeyden bahsederdi, deniz fenerleri, akıntılar, rüzgar, sığ kayalıklar, fırtınalar, mürettebat, trafik, gemi enkazları, balık ve kuşlar, kutsal fenomenler ve deniz kıyısındaki felaketler, tarih, gelenekler, milletler, denizin insanları, birbirine bağlı binlerce mahrem veya dramatik anekdotlar, dürüst denizcinin tüm hayatı suyun hareketiyle taşınmış ve gemilere dair özel aşkı tarafından hakim olunmuştur. Ah, tabii ki bir edebi eser olmanın ötesindedir. Kalemi kaveladır ve her sayfası önünüze bir şeyler sunar ve on cilttir! Olabildiğince hareketli ve güzel bir sabah kadar basittir. Tek kelimeyle mucizevidir. Birisi parmağıyla küreye dokunur.

Ayrıca Nostradamus’un kehanetsel dörtlükleri var. Beni eğlendiren, azametli bir dille yazılmıştır, her ne kadar çözülemez kalmışlarsa da. 40 yıldır okurum onları, gargara yapıyorum onlarla, kendime ziyafet çekiyorum, bayılıyorum ama hiçbirini anlamıyorum. Asla şifreleri için araştırma yapmadım, basılı tüm şifrelerinin neredeyse tamamını okudum, her iki veya üç yıldan beri birileri kilidi kıpırdatmaktan acil yeni bir mekanizma icat ettiğinden beri hepsi saçma ve yanlış. Ancak, dev bir Fransız şair olarak, Nostradamus en büyüklerdendir. Derleyebilirsem Fransız şairleri antolojime girmeye hazır. Muhafazakar bir dilden yaratılmış tüm o doğaçlama sözleri, Dada’nın yalnızlığının da, sürrealistlerin otomatikleşmiş metinlerinin de ve Apollinaire’in Calligrammes adlı çıkartmalarının da uzak ara önündedir.

Ondan beridir ne keşfettiniz? Neler okursunuz bu aralar?
Son keşfettiğim kitap Gelenekler İdare’sinin büyük sözlüğü. Sonradan maliye bakanı olmuş Vincent Auriol’un bir fermanına borçluyuz bu kitabı. Répertoire général du tarif olarak adlandırıldı ve 1937’de ortaya çıktı. İki adet dörtlü cilt ve elli kilo ağırlığında. Her yere yanımda götürürüm onu çünkü La Carissima ‘yı yazmaya başladığımda bir gün mutlaka ihtiyacım olacak. İsa’yı ağlatabilmiş tek kadın, Meryem Ana’yı anlatacağım kitapta.

cendrars yen

Bu kitabı yazmak için gelenekler dizinine mi ihtiyacınız var?
Sevgili bayım, bu bir dil meselesi. Yıllar boyu, bir kitabı yazmaya hazırlandığımda ilk yaptığım kullanacağım sözlük hazinesini belirlemek oldu. Böylelikle, L’Homme foudroyé için üç bin kelimelik bir listem oldu ve hepsini kullandım. Zaman kazanmama sebep oldu ve eserime keskin bir parıltı kattı. Bu yöntemi kullandığım ilk seferdi. Nasıl keşfettim onu bilmiyorum… Bu bir dil sorunu. Dil beni ayartan şeydir. Dil beni kışkırtır. Dil beni şekillendirmiştir. Dil beni yeniden şekillendirmiştir. Bu yüzden bir şairim ben, muhtemelen dile karşı çok hassas olduğum için, doğru veya yanlış, göz yumarım buna. Ölümün eşiğindeki dilbilgisini görmezden gelir ve küçümserim ama ben sözlüklerin iflah olmaz bir okuyucusuyumdur aynı zamanda ve imlam çok kendine güvenmiyorsa eğer bunun sebebi telaffuza karşı çok nazik olmam, yaşayan dilin bu mizacı. Başlangıçta kelimeler yoktu ama ifade vardı, bir geçiş. Kuşların şarkılarına kulak verin!

Dil, o zaman, diyorsunuz ki, ölü değil, donmuş ama hareket halinde, kaçak, yaşama ve gerçekliğe tutunmuş.
Ondan dolayı gelenekler idaresinin bu büyük sözlüğü bu kadar cezbediyor beni. Mesela, ribbon kelimesini ele alalım. Hayretler içinde fark ettim ki işaret ettiği tüm anlamlar ve bunların ötesinde ultramodern endüstriyel kullanımları yirmi bir sayfa tutuyor!

Kaynak: http://cansykan.blogspot.com.tr/2012/10/blaise-cendrars-kurmaca-sanat.html