kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Şubat 2016 Cuma

Blaise Cendrars ile Söyleşi (Alıntı)

Fransız edebiyatının önemli yazarlarından Blaise Cendrars ile yapılmış söyleşiyi okumaktan büyük zevk aldığım için kaynağını vererek, alıntı yapıyorum. Blaise Cendrars’ın söyleşisine neden yer verdiğimi, bir sonraki parfüm incelememde anlayacaksınız 🙂

Tüm yazarlar yazdıklarının kısıtlayıcılığından ve zorluğundan şikayet ederler.
Seslerini ilginç kılmak için abartırlar. Ayrıcalıklılarından ve sanatlarını icra ederek hayatlarını kazandıklarını için ne kadar şanslı olduklarından daha çok bahsetmeliler. Şahsen hoşlanmadığım bir icra, bu doğru, ancak aynı zamanda soylu bir ayrıcalık, hele bir makinenin parçası gibi yaşayarak toplumun anlamsız çarkının dönüşünü hızlandırmaya yarayan çoğu insanla kıyaslandığında. Tüm kalbimle acırım onlara. Paris’e döndüğümden beri, penceremden izlediğim, metroların düzenli saatlerde içine çektiği ya da dışarıya boşalttığı isimsiz kalabalıklar daha önce olmadığı kadar üzüyor beni. Gerçekten, hayat bu değil. İnsan bu değil. Bir yerde durmak zorunda. Kölelik bu…basit ve fakir insanlar için değil sadece, hayatın genel saçmalığı bu.

Peki çalışma alışkanlıklarınız? Bir yerlerde şafak sökerken uyandığınızı ve saatlerce çalıştığınızı söylemiştiniz.
Çalışmanın bir lanet olduğunu hiç unutmadım, bu yüzden asla alışkanlık yapmadım onu. Kuşkusuz, diğer herkes gibi olmak için, nihayet belli bir saatten belli bir saate dek çalışmak istedim ben de. 55 yaşın üzerindeyim ve sırayla dört kitap bitirmek istedim. Sona erdi ama bu düşünce, arkamda yeterince kitap var. Bir çalışma yöntemim yok. Birini denedim, çalıştı, ancak kalan hayatımda sadece bunu uygulamamın hiç gereği yok. Hayatta kitap yazmaktan öte yapılacak şeyler de var.

Benim gibi modern hayata inancı olan, tüm bu güzelim fabrikalara, dahi makinelere hayran, sıradan bir kişilik, nereye gittiğimizi düşünmekten vazgeçmişse, kınamaktan başka elinden bir şey gelmez çünkü hakikaten hiç yüreklendirici değil bu.

blaise-cendrars-1917 yen

Bir yazar ne kadar görkemli olursa olsun manzara karşısında asla yerini hazırlamamalı. Saint Jerome gibi kendi hücresinde çalışmalı. Geçmişe dönün. Yazmak ruhuna bakıştır. “Dünya benim tasvirimdir.” İnsanlık kurgusunda yaşar. Bu nedenledir ki kâşifler her zaman dünyanın görünen yüzünü kendi görünümlerine çevirirler. Bugün ben bile aynaların üzerini örtüyorum.

Remy de Gourmont’un çalışma odası bir avlunun içindeydi, 71 numara, Paris’te Saints-Pères sokağında. 202 numara, Saint-Germain caddesinde, Guillaume Apollinaire, ki kendisinin geniş odalarla dolu, taraçalı, çatıda terasıyla muazzam bir apartmanı vardı, kendi tercihiyle mutfağında yazıyordu, küçücük bir oyun masasında, oldukça rahatsız bir durumda, arada bir masasını kapatıp daha da küçültmesi gerekiyordu ki aradan kayıp çatıdaki pencereden çıkabilsin ve orası da yine bir avlunun içindeydi. Edouard Peisson’un Aix-en-Provence yakınlarında çok hoş, ufak bir evi vardı ancak vadideki ışık oyunlarının şahane manzarasını izleyebileceği öndeki odaların birinde çalışmak yerine, arkaya inşa edilmiş, penceresi leylaklarla kaplı bir duvara açılan ufacık kütüphane köşesinde çalışmayı tercih ediyordu. Ve ben kendim, kırsalda, Tremblay-sur-Mauldre’daki evimde çalışırdım. Asla yukarı katta, orkidelere bakan odalarda çalışmadım, tercihim hep ahırın ardındaki çıkmaz sokağa ve bahçemi kapatan duvara bakan aşağıdaki odaydı.

İnceleme fırsatı bulduğum çok az yazarın arasında sadece biri, Napolyon’a olan çılgın tutkusuyla meşhur, manzara karşısında yerini hazırlardı, çalışma odası penceresinden Arc de Triomphe’un eksiksiz manzarası izlenebilirdi. Ancak bu pencere genellikle kapalıydı, çünkü büyük adamının zaferinin canlı görünümü ona ilham vermekten uzaktı, kanatlarını koparırdı. Kapısının ötesinden çalışırkenki gelgitleri duyulabilirdi, böğrüne vurur, kelimelerini kükrer, ifadesini ve ses uyumunu düzeltir, inler, sızlanır, eserlerini yüksek sesle okuyan hasta Flaubert gibi haykırır. Karısı hizmetlilere seslenir, Dikkat etmeyin, Beyefendi stilini cezalandırıyor.

Hayatınız boyunca çok okumuş olmalısınız?
Aşırı derecede okudum. Tutkumdu bu. Her yerde, bütün koşullarda ve her çeşit kitap. Elimin altına düşen her şeyi silip süpürdüm.

blaise_cendrars cat yen

Okumak sizin için, dediğiniz gibi, zamanda veya boşlukta yolculuk anlamına gelmiyor, daha çok, pek güç harcamadan karakterin derinliklerine nüfus etmenin bir yolu. Hayır, okumak benim için bir uyuşturucudur. Yazıcının mürekkebi uyuşturur beni.

Bazı alışık olmayan okumalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Captain Lacroix eski bir denizcidir ve kitapları canavar gibidir. Onla karşılaşacak kadar şanslı olamadım hiç. Saint-Nazaire, Nantes’da aradım onu. Seksenlerinde olduğu ve halen bırakmak istemediği söylenmişti bana. Gemi yolculuklarına çıkamayacak hale geldiğinde bile deniz kuvvetleri sigortacısı olmuş ve görünen o ki teknelerinin durumunu görmek için gerektiğinde dalgıç kıyafetleri giymekte tereddüt etmemiş. Onun yaşında, takdir edilesi. Hayal ediyorum ki şömine başında kış geceleri uzun görünüyordu ona, denizden gelen rüzgar Loire-Inférieure’daki köyüne doğru estiğinde ve bacasını tüttürdüğünde, sanırım onun gibi yedi denizi de görmüş, mümkün olan ve düşleyebileceğiniz her çeşit gemiyi idare etmiş birisi için bu kitapları yazmak zaman öldürmek gibiydi. Kalın kitaplardı bunlar, sağlam inşa edilmiş, güvenilir belgelerle dolu, bazen biraz ağır ama neredeyse her zaman taze, böylece sıkıcı da değil, bu yaşlı deniz adamı resimli kartpostalları, ve gençliğinden kalma eğlenceli limanlara dair fotoğrafları araştırıp buluyordu. Her şeyi olduğu gibi aktarıyordu; deneyimleri, Boynuz Burnu’ndan Çin Denizi’ne, Tazmania’dan Ushant’a gördükleri, öğrendikleri, her şeyden bahsederdi, deniz fenerleri, akıntılar, rüzgar, sığ kayalıklar, fırtınalar, mürettebat, trafik, gemi enkazları, balık ve kuşlar, kutsal fenomenler ve deniz kıyısındaki felaketler, tarih, gelenekler, milletler, denizin insanları, birbirine bağlı binlerce mahrem veya dramatik anekdotlar, dürüst denizcinin tüm hayatı suyun hareketiyle taşınmış ve gemilere dair özel aşkı tarafından hakim olunmuştur. Ah, tabii ki bir edebi eser olmanın ötesindedir. Kalemi kaveladır ve her sayfası önünüze bir şeyler sunar ve on cilttir! Olabildiğince hareketli ve güzel bir sabah kadar basittir. Tek kelimeyle mucizevidir. Birisi parmağıyla küreye dokunur.

Ayrıca Nostradamus’un kehanetsel dörtlükleri var. Beni eğlendiren, azametli bir dille yazılmıştır, her ne kadar çözülemez kalmışlarsa da. 40 yıldır okurum onları, gargara yapıyorum onlarla, kendime ziyafet çekiyorum, bayılıyorum ama hiçbirini anlamıyorum. Asla şifreleri için araştırma yapmadım, basılı tüm şifrelerinin neredeyse tamamını okudum, her iki veya üç yıldan beri birileri kilidi kıpırdatmaktan acil yeni bir mekanizma icat ettiğinden beri hepsi saçma ve yanlış. Ancak, dev bir Fransız şair olarak, Nostradamus en büyüklerdendir. Derleyebilirsem Fransız şairleri antolojime girmeye hazır. Muhafazakar bir dilden yaratılmış tüm o doğaçlama sözleri, Dada’nın yalnızlığının da, sürrealistlerin otomatikleşmiş metinlerinin de ve Apollinaire’in Calligrammes adlı çıkartmalarının da uzak ara önündedir.

Ondan beridir ne keşfettiniz? Neler okursunuz bu aralar?
Son keşfettiğim kitap Gelenekler İdare’sinin büyük sözlüğü. Sonradan maliye bakanı olmuş Vincent Auriol’un bir fermanına borçluyuz bu kitabı. Répertoire général du tarif olarak adlandırıldı ve 1937’de ortaya çıktı. İki adet dörtlü cilt ve elli kilo ağırlığında. Her yere yanımda götürürüm onu çünkü La Carissima ‘yı yazmaya başladığımda bir gün mutlaka ihtiyacım olacak. İsa’yı ağlatabilmiş tek kadın, Meryem Ana’yı anlatacağım kitapta.

cendrars yen

Bu kitabı yazmak için gelenekler dizinine mi ihtiyacınız var?
Sevgili bayım, bu bir dil meselesi. Yıllar boyu, bir kitabı yazmaya hazırlandığımda ilk yaptığım kullanacağım sözlük hazinesini belirlemek oldu. Böylelikle, L’Homme foudroyé için üç bin kelimelik bir listem oldu ve hepsini kullandım. Zaman kazanmama sebep oldu ve eserime keskin bir parıltı kattı. Bu yöntemi kullandığım ilk seferdi. Nasıl keşfettim onu bilmiyorum… Bu bir dil sorunu. Dil beni ayartan şeydir. Dil beni kışkırtır. Dil beni şekillendirmiştir. Dil beni yeniden şekillendirmiştir. Bu yüzden bir şairim ben, muhtemelen dile karşı çok hassas olduğum için, doğru veya yanlış, göz yumarım buna. Ölümün eşiğindeki dilbilgisini görmezden gelir ve küçümserim ama ben sözlüklerin iflah olmaz bir okuyucusuyumdur aynı zamanda ve imlam çok kendine güvenmiyorsa eğer bunun sebebi telaffuza karşı çok nazik olmam, yaşayan dilin bu mizacı. Başlangıçta kelimeler yoktu ama ifade vardı, bir geçiş. Kuşların şarkılarına kulak verin!

Dil, o zaman, diyorsunuz ki, ölü değil, donmuş ama hareket halinde, kaçak, yaşama ve gerçekliğe tutunmuş.
Ondan dolayı gelenekler idaresinin bu büyük sözlüğü bu kadar cezbediyor beni. Mesela, ribbon kelimesini ele alalım. Hayretler içinde fark ettim ki işaret ettiği tüm anlamlar ve bunların ötesinde ultramodern endüstriyel kullanımları yirmi bir sayfa tutuyor!

Kaynak: http://cansykan.blogspot.com.tr/2012/10/blaise-cendrars-kurmaca-sanat.html

3 Aralık 2015 Perşembe

The Different Company – Rose Poivree (2000)

“Şeytanın karısının, MOMA’daki bir açılışta kullanacağı parfüm” olmanın, övgü mü yoksa yergi mi kabul edilmesi gerektiği tartışılabilir. Tabii biraz da sözü söyleyenin kim olduğuna bakmak lazım. Yazar ve gazeteci Chandler Burr’ün Rose Poivree için söylediği bu ilginç cümle, muhakkak ki bir nedene dayanıyor.

Chandler Burr’ün, “The Emperor of Scent and The Perfect Scent” kitabında civet merkezli parfüm gurubunun içinde gösterdiği Rose Poivree, The Different Company’nin ilgi çeken işlerinden birisi. Bay Burr’ün, Rose Poivree için “bugün piyasada bulunan en şaşırtıcı civet parfümlerinden birisi” demesi, benim gibi hayvansal kokularla arası iyi olmayan birisi için alarm zillerinin çalmasına yol açtı. Gerçi Rose Poivree’yi uzun zaman önce kullanmış ve sevmiştim. Aradan geçen yılların ardından yine kendimi dinleyeceğim ve nerede durduğumu görmeye çalışacağım.

Rose Poivree’nin isminden gül parfümü olduğu anlaşılıyor zaten. The Different Company’nin kendi sitesinde iki farklı gülden bahsediliyor: Şam gülü ve Rosa Centifolia. Chandler Burr’ün kitabında, Rose Poivree’in içeriğindeki gül özütünün, hiç de gül gibi kokmadığını söylemesini not edelim. Çünkü ilerleyen satırlarda kısaca açacağım bu konuyu.

 

Rose Poivree’in açılışı tatlı olmayan baharatlarla gerçekleşiyor. Çoğu kişi bu baharatlarda biberin en önde bayrak salladığını söylüyor. Fakat ben emin değilim. Başka hangi baharatlar olabilir. Kakule, kişniş veya kimyon. En çok kimyona benzetiyorum. Belki biber de vardır. Bu konu benim için muğlak. Başlangıcı çok güzel Rose Poivree’in. Geçeyim orta bölüme. Orta kısımda baharatlar çabucak geri çekiliyor. En azından etkisi azalıyor. Orta bölümde garip bir gül devreye giriyor. Nasıl anlatsam bilemiyorum. Kıpkırmızı gül kokusu gibi değil. Neredeyse yağlı, miskli, küflü ve tuhaf bir şekilde meyvemsi. Hatta kimi yorumcuların buradaki meyvemsiliği kavuna benzetmesi kesinlikle doğru. Buruk, ekşi bir gül. Kuru tütünsü gül bile diyesim var. Orta notalardan sonra kapanışta büyük değişim olmuyor. Aynı tuhaf gül devam ederken biraz vetiver ekleniyor alt notalarda.

Rose Poivree’yi nasıl tanımlamak gerekiyor? Baharatlı gül, muhtemelen onu karşılayan en yakın tanım. Fakat buram buram keskin baharatlar beklemeyin. Yumuşak ve nemli sayılabilecek baharatların güle destek verdiği açık. Ayrıca orta kısımda, parfümün büyük çoğunluğunu oluşturan o garip kavunumsu yapının etkisi göz ardı edilemez. Misk ikincil hatta üçüncül etkiye sahip büyük resimde.

Kafam allak bullak. Bu parfüm güzel mi değil mi? İyi mi kötü mü? Başarılı mı başarısız mı? Öncelikli olarak karşıma çıkan en farklı gül işlenişlerinden birisi olduğunu kabul ediyorum. Normal bir gül kokusu değil. Sanırım kimyonun etkisiyle gül, oldukça tuhaf bir yere doğru kayıyor. Biber bence başat aktörlerden değil. Daha başka bir şeyler var onun içeriğinde. Kimileri onu çimensi veya yeşil olarak tanımlamaya çalışmış. Belki de haklılar. Fakat birçok yeşil temalı parfüm gibi ferah değil. Hüzünlü, soğuk, yarı karanlık, yarı kirli kompozisyona sahip.

 

Bir yorumcunun, onun orta kısmındaki kavun benzeri kokusunu, Ellena’nın bir diğer eseri Un Jardin Apres la Mousson’a benzetmesini hafife almamak gerekiyor. Evet çok benzemese de andırıyor iki parfümdeki o anlatması zor kavunsu hissiyatı. Bilemiyorum belki de Rose Poivree ile tenim anlaşamadılar. Çünkü tenimdeki halini pek başarılı bulmadım. Kıyafet üzerinde kullandığımdaysa biber daha öne çıktı ve böylesi çok daha iyiydi. Zaten çok katmanlı olduğu söylenemez. Bay Ellena’nın diğer işlerindeki basitlik, onu da etkisine almış anlaşılan.

Geleyim bu parfümle ilgili en önemli duruma. Başlangıçta Chandler Burr’den yaptığım alıntılarda da bahsettiğim gibi, Rose Poivree, güçlü bir civet parfümü olarak karşımıza çıkartılıyor. Daha önce denediğim civet temalı parfümleri aklıma getiriyorum ve Rose Poivree’de civete rastlayamadığımı düşünüyorum. Bu parfüm bence hayvansallık teması üzerine oturmuyor. Civet varsa bile gülün içine başarıyla yerleştirilmiş. Çünkü benim burnum, genel olarak hayvansallık içeren kokulara hemen tepki gösterir. Rose Poivree’de yüksek hayvansallık ve baskın civet kullanımı olmadığını gönül rahatlığıyla belirtebilirim. Belki de insanlara hayvansallık veya “terli-kirli iç çamaşır” hissini veren kimyondur. Kimyon ise yine bir başka ünlü Ellena parfümü Declaration’da baskın şekilde karşımıza çıkmıştı. Tabii Rose Poivree ile Declaration’un birbirine benzemediğini söylemek gerekiyor.

Biliyorum birçok konuda bana katılmıyorsunuz. Bu konuda sizi kınamıyorum tam tersine destekliyorum. Aklımızı kullanıp, sırtımızı özgür düşünceye dayayıp, olayları analiz etmemiz ve ben dahil kimseyi yüceltmeden hakikatin peşinde koşmamız gerekiyor insan oğlu olarak. Farklı düşünceler, anarşi sebebi değil tersine fikir çeşitliliği ve zenginliğidir. Olması gereken de budur. Bana katılır mısınız bilemem ama Rose Poivree’in orta kısmından itibaren ortaya çıkan o tuhaf yağlımsı kavunsu yapı, Dior’un özel serisinin üyesi Patchouli Imperial’i anımsattı bana. Tabii Patchouli Imperial bir gül kokusu değil, paçuli kokusu ama niyeyse aklıma her seferinde o geliyor Rose Poivree’yi kokladığımda.

Rose Poivree’nin tasarımını, markanın kurucusu ünlü parfümör Jean Claude Ellena yapmış. Luca Turin’in kitabında meyveli gül olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinden üç puan verilmiş. Yorumu yazan Tania hanım, Rose Poivree’in kapsamlı reformülasyon geçirdiğinden şüphelendiğini vurgulamış.

 

Kalıcılığı gayet iyi. Fark edilirliği zayıf denebilir. Kimileri onu biraz kadınsı buluyor ki haksız sayılmazlar. Çok erkeksi olmadığını söylemek durumundayım. Onun eski tarzı, genç arkadaşların pek ilgisini çekeceğini sanıyorum. Sıcak yaz mevsimi dışında her zaman kullanılabilir. Denemeden almanın iyi fikir olmadığını önemle belirteyim.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/6.5