30 Eylül 2013 Pazartesi

Acqua di Parma – Mirto di Panarea (2008)


Acqua di Parma – Mirto di Panarea (2008)

2000 yılında Unesco'nun Dünya Kültür Mirası listesine giren Aeolia Adaları, İtalya'nın Tiren denizindeki yedi adadan oluşuyor. Lipari Adaları olarak da bilinen bu coğrafyanın, jeolojik olarak iki milyon yılda oluştuğu tahmin ediliyor. Bu yedi güzel adanın oluşması muhtemelen büyük bir volkanik patlama sonrası gerçekleşmiş. Zaten adaların zengin bitki örtüsüne sahip olması, bu kanıyı güçlendiriyor.

Bu adaların en küçüklerinden birisi Panarea. Özellikle son yıllarda oldukça ilgi çekici turizm destinasyonu olmuş durumda. Kış mevsiminde yaşayanların sayısı sadece yüzlerle ifade edilse de yaz mevsiminde dünya jet sosyetesinin uğrak yerlerinden birisi olduğu söyleniyor. Hatta Capri ve Sardunya gibi İtalya'nın popüler turizm merkezlerine bile rakip olmaya başlamış.

Bembeyaz duvarlı dar sokakları, tek katlı klasik Akdeniz mimarisine sahip evleriyle Panarea, küçük bir balıkçı kasabası aslında. Bu anlamda bana Yunanistan'ın Akdeniz'deki o nefis adalarını hatırlatıyor. Enteresan şekilde Akdenize kıyısı olan bütün ülkelerde (Yunanistan, İtalya, Fransa) bu mimari dikkatle korunurken, bırakın kıyıları yerleşime açmayı, eski evlerinin pervazlarının hangi renge boyanacağına bile özen gösterilirken, ülkemizdeyse plansız, kimliksiz, kaba bir köşe dönmece aygıtı olarak kullanılıyor turizm ne yazık ki. Çirkin beton yığınları haline dönmüş durumdaki Akdeniz sahillerimizle ne kadar övünsek azdır gerçekten de... Ah be arkadaşlar. 2013 yılının Eylül ayında mı aklınıza geldi bu kıyıların işgal altında olduğu ve doğal güzelliklerinin kaybolduğu. Kıyılardaki Sit alanlarını ben mi imara açtım? Oraya kıyı kanununu çiğneyen beş yıldızlı otellerin dikilmesine ben mi izin verdim? Turizm böyle mi gelişir? Elindeki doğal güzellikleri koruyup, restore edemedikten sonra ne önemi kalıyor hepsi birbirine benzer beton yığını otellerin. İşte önünüzde bir sürü örnek. O beğenmediğiniz Yunanistan'ın Santorini, Mikanos, Simi adalarına bir bakın da geleneksel mimari nasıl özenle korunuyor ve yaşatılıyor görün.


Evet konumuzdan uzaklaşmadan Panarea adasında yetişen mersin ağacına geçebiliriz. Yüz civarında türü olduğu söylenen mersin ağacının İtalyacası Mirto, İngilizcesiyse Myrtle. Özellikle Akdeniz kıyılarında kendiliğinden yetişen, Mayıs-Haziran ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, yapraklarını  dökmeyen bir ağaççıkmış. Mersin ise meyveleri nohut büyüklüğünde, beyaz üzerine morumsu siyah lekeleri olan bir yemiş türü.

İşte tam da bu noktada asıl ilgi alanımıza geleyim. İtalyan niş parfüm evi Acqua di Parma, yine kendi ülkesinin iki güzel nesnesini bir araya getirmiş parfümünde. Panarea adası ve mersin bitkisi. "Panarea'nın Mersini" anlamına gelen ismi ne kadar da Akdenizli. Hiç merak etmeyin çünkü Acqua di Parma, bu parfümünü Blu Mediterraneo serisine layık görmüş. Kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış Mirto di Panarea:

"Bu parfüm Panarea'nın saf ve aydınlık doğasını, adada kendiliğinden yetişen sakız ağacı, sabır otu (agave) ve katır tırnaklarının arasında ortaya çıkan mersin ile yansıtır. Akdenizin bu tipik makisi, parlak yeşil yaprakları, küçük, zarif beyaz çiçekleri ve bunların mor meyveleriyle, bu vahşi mitsel çalı, yoğun ve kuvvetli bir koku yayar. Huzur verici, sakinleştirici, temizleyici özellikleri ve özündeki aktif içerikleri sayesinde önemli ölçüde yenilenme gücü sağlamasıyla antik dönemlerden beri bilinmektedir."


Fragrantica'da odunsu aromatik olarak sınıflandırılmış. Üzerime ilk sıktığımda karşıma ferah turunçgiller, yeşil sabunsu yapraklar çıkıyor. Biraz da buruk aromatik otlar. Muhtemelen fesleğen baş rolde. Başlangıcı için fesleğenli yeşil turunçgiller diyebilirim. Doğal, ferah ve güzel. Beğendim üst notalarını. İlerleyen dakikalarda kokusunda büyük değişim olmuyor. Yeşil koku geri plana geçerken, turunçgillere tatlımsı meyveler ekleniyor. Sanırım parfüme ismini veren mersin meyvesi. Aromatik otlar hala etkili bu kısımda. Azıcık da çiçekler (gül, leylak veya yasemin). Parfümün en sevdiğim yeri orta notalar oldu. Gayet başarılı buldum. Geçeyim sonlarına. Ferah turunçgillerin biraz kalitesi düşüyor burada. Pek sevmediğim amber ve standart odunsu notalar ekleniyor kapanışta. Bence parfümün en sıradan kısmı alt notaları olmuş.

Mirto di Panarea, ferah, kaliteli, temiz, sabunsu, hafiften yeşil kokuya sahip. Güzel turunçgiller her daim ön planda. Orta kısımda ağırlık mersin meyvesine geçerken, sonlarda odunsu amber olarak tenden ayrılıyor. Genel anlamda başarılı ve hoş. Orta kısımdan itibaren biraz tatlılık kazanıyor kokusu. Çoğu kişinin sevebileceğini düşünüyorum bu parfümü. Herhangi zorlama tarafı yok. Dikkat çeken uyumsuzluk yok. Sonları dışında gayet güzel olduğunu söyleyebilirim.

Kullanılan turunçgillerin, aromatik Akdeniz otlarıyla harmanlanması çok iyi fikir. Bu anlamda hakkını teslim etmek lazım. Enteresan kokusu var. Daha önce benzerine rastladığımı hatırlamıyorum. Bir yaz parfümü için yeterli kalitede. Fakat aklınızı başından alacak kadar da değil tabiki. Yine de sıcak yaz günleri için güçlü alternatiflerden birisi olarak düşünülebilir.

                       Sadece Get Lucky değil, bu şarkı da bana Akdeniz sahillerinin sonbaharını hatırlatıyor.

Bu parfüm bana Daft Punk'ın Pharrell Williams ile beraber yaptığı şarkısı Get Lucky'i hatırlattı. Eylül ayının sonları. Panarea adasında denizin kenarındaki küçük bir balıkçı barınağında oturup, masmavi denizi seyrediyorsunuz. Masanızda naneli bir limonata. Arkalardan bir yerden gelen Get Lucky şarkısı önce kulaklarınızı, daha sonra beyninizin sesleri ayırt eden bölgesini mest ediyor. Adadan ayrılan son tatilcilere bakınıyorsunuz. Yanınızda sırnaşık bir sokak kedisi. Sizinle beraber iskeleye bakıyor. Adanın kalabalığının azalmasından o da memnun büyük ihtimalle. Kış mevsiminde sadece üç yüz kişinin yaşadığı bu dünya güzeli adada, bir sonraki yaz mevsimine kadar hayat kendi halinde devam edecek. Sırtınızı verdiğiniz tepeden esen hafif bir rüzgar, mis gibi çiçek kokularını burnunuza taşıyor. Bu bir şölen olmalı... Güzel kokuların şöleni. Hayatın şöleni. Yaşamanın güzelliğinin şöleni. Hedonist bir şölen…

Blu Mediterraneo serisine ait parfümlerin önemli avantajlarından birisi de çok uygun fiyatlara ülkemizde satılmaları. Bu denediğim ikinci Blu Mediterraneo parfümü. Masmavi şişelerine bakıp yine deniz veya su merkezli bir koku beklerken, pek de öyle olmadığını fark ettim. Mirto di Panarea, akuatik izler taşımıyor. Onun yerine meyveli-odunsu turunçgiller ağırlıklı yapısıyla öne çıkıyor.

Parfümümüz diğer kardeşleri gibi uniseks olarak satılıyor. Zaman zaman biraz kadınsı yanları olsa da başarılı şekilde denge kurulmuş. Bence hem erkekler hem de kadınlar kullanabilir.


Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı güzel.
+ Orta kısmı nefis.
+ Genel olarak temiz kokan, kaliteli bir arkadaş.
+ Deneyen çoğu kişinin beğeneceğini düşünüyorum.

Eksileri:
- Sonlarını sevemedim.
- Fark edilirliği düşük.

Koku Güzelliği: 10/7.5

27 Eylül 2013 Cuma

Christian Dior – Aqua Fahrenheit (2011)



Christian Dior – Aqua Fahrenheit (2011)

Ey Fahrenheit... Sen nelere kadirsin mi diyeyim yoksa ne çektin bu Christian Dior'un elinden mi diyeyim kararsızım.1988 yılında biraz da rastlantı eseri dünyaya gözlerini açtın. Jean-Louis Sieuzac ve Maurice Roger isimli iki parfümörün çalışması olarak kendini kozmetik ve moda sektörünün ortasında buldun. Rekabetin çoğunlukla kıskançlık seviyelerinde gezindiği, egoların tavan yaptığı, alabildiğine hırsın başarı getirdiğine inanılan moda sektöründe en önemli markalardan birisinin parfümü olarak önce anlayamadın nerede olduğunu. Çünkü sen çirkin ördek yavrusuydun.

Diğer kardeşlerin veya diğer cinsdaşların gibi sarı değil, siyah renkliydin. İlk doğduğunda herkes tuhaf bir ilgiyle karşılamıştı seni. Kimileri seni dünyanın en güzel nesnesi olarak görürken kimileri de senden olabildiğince uzak duruyor, nefretini gizlemiyordu. Sana aşık olanlar, aykırılığına, kaba tarzına, erkeksiliğine ve tuhaf çekiciliğine hayranlardı. Senden nefret edenler sinir bozucu tarzına, ukalalığına ve herşeye asi olmana tahammül edemiyorlardı. Dünyanın en çok sevilen parfümü ve en çok dalga geçilen parfümü olmak arasında gidip geliyordun. Böylesine tutku ve nefret öğelerinin birbirinin içinde harmanlandığı çok az parfüm vardır muhtemelen.

Dünyanın en bilinen parfümlerinden birisini tabiki burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Christian Dior ise, Fahrenheit'in peşini bırakmaya niyetli görünmüyor. 2013 yılı itibariyle Fahranheit isimli parfümlerin sayısı sekize ulaşmış durumda. Yedi tanesi Fahrenheit ismine sahip varyasyonlar. Anlaşılan Dior, "bu kapıdan daha fazla nasıl ekmek yeriz" diye kafa patlatmakta. Fahretheit'in en yeni üyesi 2011 yılında Aqua Fahrenheit ismiyle piyasaya sürüldü. Kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış:

"Fahrenheit imzasının yeni dışavurumu. Ateşin sıcaklığı ve yoğunluğu ile suyun ferahlığının patlayıcı gücü şeklinde kombin edilmiştir. Aqua Fahrenheit'ta François Demachy, "kolonya" hissi veren yeni, ferah odunsuluk oluşturmuştur. Aynı zamanda klasik Fahrenheit'in derili menekşe imzası korunmuştur."


Yine kendi sitelerinde ferah odunsu olarak sınıflandırılmış Aqua Fahrenheit. Üzerime ilk sıktığımda tuzlu akuatik turunçgiller karşıma çıkıyor. Ağırlığın greyfurt ve mandalina da olduğunu düşünüyorum. Güzel sayılabilecek üst notalarını biraz Bulgari - Aqua Marine'in başlangıcına benzettim. Biraz da deniz yosunu kokuyor sanki açılışı. Fena değil. Orta notalara geçildiğinde bu tuzlu-yosunlu turunçgiller büyük oranda geride kalıyor. Onun yerine orijinal Fahrenheit'in o çok bilinen aroması karşıma çıktı. Karanlık menekşeli deri, orta kısmı domine ediyor. Arka planda da yapay bir nane hissediyorum. Muhtemelen Calone tarafından sağlanan bu nanemsilik yapaylık sınırında geziyor. Kısaca orta notalar naneli klasik Fahrenheit gibi kokuyor. İlgimi çektiğini söyleyemem. Geçeyim alt notalara. Son kısımda bu seferde menekşeli deri büyük oranda geriye çekiliyor. Onun yerine yapay ve vasat bir kabe samanı (vetiver) geliyor. Ona biraz da odunsu notalar eşlik ediyor. Fakat o da gayet sıradan. Kapanışı açık ara en sevmediğim yeri oldu diyebilirim. Böylece de tenden ayrılıyor.

Aqua Fahrenheit, isminin hakkını verircesine açılışında akuatik temaya sahip çıkan bir görüntü sergiliyor. Tuzlu turunçgiller ana oyuncu. Harika olmasa da kabul edilebilir. Orta kısımsa tamamen klasik Fahrenheit'a gönderme halinde gelişiyor. Fakat karanlık deriye eşlik eden nanemsi koku pek başarılı değil. Gerçi bu orta kısma serinlik/soğukluk katıyor. Ama yine de hoşuma gitmedi. Alt notalardan ise bahsetmeye bile gerek yok. Örneğine yüzlerce yeni nesil parfümde rastlanabilecek yapay/vasat kabe samanı-odunsu notalar hiç olmasa da olurmuş. Çok yazık.

Aqua Fahrenheit, başlangıcından sonuna kadar kaliteli bir parfüm hissi vermiyor. En beğendiğim tarafı olan başlangıcı bile ortalama turunçgil kokusundan öteye gidemiyor. Ve ne yazık ki zaman zaman baş ağrısı yaptı bende. Bu haliyle bir şişesi alınıp, kullanılacak gibi değil kendi açımdan.


Bulgari - Aqua Marine ile klasik Fahrenheit'ın kötü bir bileşimi olan Aqua isimli kardeşimizin tek söz etmeye değer yanı derinliği. Üst-orta ve alt notaları her birini size farklı farklı önünüze koyan parfümümüz, teknik anlamda başarılı. Onun dışında fazla da üzerinde durulacak tarafı yok. Sıkıcı bir Fahrenheit varyasyonu olarak tarihin unutulmuş sayfalarına ekleneceğini düşünüyorum.

Şimdi Christian Dior'un parfüm birimine mi kızayım, pazarlama bölümüne mi laf edeyim bilemiyorum. Fahrenheit gibi bir markanın sırtından para kazanmak için üst notalarına biraz tuzlu akuatik turunçgiller eklemek kimin fikriyse o arkadaşla tanışmak isterdim. Hadi eklediniz bari biraz kaliteli yapın şu işi. Özenin, üzerinde çalışın. Denediğim kadarıyla Aqua Fahrenheit, hiç bir karaktere sahip olmayan ucube, hibrid kokuya sahip. Üzerine orta kısımdan itibaren beliren yapaylığı ekleyin. Bir de Fahrenheit ismini ve şişesini kullanın. Bu kadar kolay kandırabileceğini mi sandın bizi Dior?

2013 yılı itibariyle yedi farklı Fahrenheit versiyonu piyasaya sürülmüş durumda. Görünüşe göre bu trend devam edecek. Peki Aqua’dan sonra hangi Fahrenheit’lar gelecek. Fahrenheit Sport, Fahrenheit Intense, Fahrenheit Extreme, Fahrenheit Blue, Fahrenheit Noir de var mı sırada Christian Dior? Umarım işi bu noktaya getirmezler…

Aqua Fahrenheit, erkeksi bir parfüm izlenimi veriyor. Bence orta kısımdaki yoğun deri-menekşe kullanımı dolayısıyla dört mevsimde de kullanılabilir. Kokusunun tasarımına Christian Dior'un başparfümörü François Demachy imza atmış. Denemeden almayın, pişman olmayın.


Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı fena değil.
+ Klasik Fahrenheit size biraz sert geliyorsa daha yumuşatılmış hali olarak denenebilir.

Eksileri:
- Orta kısmını ilginç bulmadım.
- Sonları vasat.
- Yapaylık ciddi sorun.
- Tuhaf ve karaktersiz yapısı.

Koku Güzelliği:10/5

26 Eylül 2013 Perşembe

Düğün parfümü...


Geçen hafta kuzenimin düğünü vardı. (Yukarıdaki düğün değil tabiki :)) Tanımadığın birisinin düğünü olunca pek umarsamıyorsun ama işin içinde bir çok akraba ve tanıdıklar olunca her konuda daha seçici olmak gerekiyor. Giyeceğin kıyafetten, kullanacağın parfüme kadar...

Düğün akşam saatlerindeydi. Hava 14-15 derece civarıydı. Yani Eylül ayı için biraz fazla serindi. O günlerde kullandığım Frapin - L'Humaniste'i sıkmak istemedim bu özel gece için. Veeee açtım kesenin (dolabın) ağzını. Bir düğüne en yakışacak parfüm hangisi olur diye sihirli çekmeceme bakınmaya başladım.

Önce Amouage'lara baktım. Jubilation XXV yada Reflection sıkayım dedim ama ortama pek uymayacağını anladım. Daha sonra Yves Saint Laurent'in meşhur M7'sine gözüm takıldı ama yok o da değildi aradığım. Ardından Maison Francis Kurkdjian'ın Absolue Pour Le Soir'ini düşündüm fakat fazla hayvansı kaçacağı ortadaydı. Lorenzo Villoresi'nin sevdiğim parfümü Piper Nigrum'da çok baharatlıydı. Creed - Himalaya fazla hafif ve ferah olurdu. Bond No.9 - Chinatown ise fazla kadınsı olabilir dedim. Comme des Garcons - Odeur 71, dişçiye giderken iyi bir seçim olabilirdi ama düğün için iyi fikir olmadığı ortadaydı. Mancera - Cedrat Boise, fazla hafif ve yaza aitti. Daha bir çok parfüme türlü bahaneler bularak eledim.

Oysaki çekmecenin arkalarına bakmak aklıma hiç gelmemişti. Bir çok Bond No.9'ın arasında sessiz sakin Back to Black duruyordu. Hemen önümdeyse Rose 31. Sonunda seçenekleri ikiye indirmeyi başardım. Bir tarafta Le Labo - Rose 31, diğer taraftaysa By Kilian - Back to Black. İşte o zaman doğru parfümün Back to Black olduğunu anladım. Onu makus yanlızlığından kurtarıp, yanıma aldım. Dışarı çıkmadan önce 4-5 defa fıslattım.


Yüksek kaliteli, etkileyici ve seksi bir parfüm olduğu tartışmasız Back to Black'in. By Kilian'ın en popüler ve iddialı kokusu olduğunu düşünüyorum. Gerçi Back to Black'e verdikleri ikinci isim olan "Afrodizyak"ı fazla abartılı bulurum her zaman. Fakat en sevdiğim tarz olan kırmızı meyveler ve tütün kombinasyonuna sahip. Ve bu durum, onu sevme ihtimalimi daha da arttırıyor.

Bütün gece üzerimde rahatlıkla hissettim kokusunu. Hatta biraz fazla sıktığımı anladım. Kimi zaman fazlasıyla burnuma geldi. Bu kadar fark edilir olduğunu unutmuşum. Fakat nedendir bilinmez  kanım bir türlü ısınamadı Back to Black'e. Oysaki tam sevmem gereken bir parfüm. Sanırım "doku uyuşmazlığı" oldu aramızda. Bu kullanımda da kendimi harika hissettiremedi. Yine orta kısımda karşıma çıkan tuhaf pudralık canımı sıktı. Herşeye rağmen güzel parfüm ama benim için değil...

Evet düğün bitti. Ama merak etmeden duramıyorum. Siz, akrabanızın düğünü için hangi parfümü seçerdiniz?

24 Eylül 2013 Salı

Frapin – L’Humaniste (2009)


Frapin – L’Humaniste (2009)  Ünlü konyak üreticisi Frapin’in erkek parfümü.

Orta Çağ Avrupa tarihine meraklı çoğu kişinin bileceği gibi Avrupa'nın uyanışını temsil eder Rönesans. Kilisenin mutlak hakimiyeti altında geçen Orta Çağın karanlık dönemleri, Avrupa tarihinin en ilginç zaman dilimlerinden birisini içinde barındırıyor. Kilisenin ve Papalık kurumunun neredeyse sınırsız yetkileri, büyük ekonomik kaynakları, içe kapanık dış politika, hayatın her alanına güçlüce nüfuz etmiş katı, acımasız din anlaşını besliyordu. Bu öylesine aşırı bir Hristiyanlık yorumuydu ki, zaman zaman şehirlerin meydanlarında yakılan devasa ateşlerin içine cadı olduğu iddiasıyla atılan yüzlerce kadının hikayeleri tarih kitaplarında sıkça karşımıza çıkar.

Bugünkü bilinç düzeyimizle gülüp geçtiğimiz bu ürkütücü cadılık suçlamaları, o zaman için insanların diri diri yakılmalarına referans oluşturabiliyordu. Buna bir de kilisenin insanları afaroz etme yetkisinin bulunmasını eklerseniz, Avrupa kıtası, koyu, aşırı ve yanlış bir Hristiyanlık inancının esareti altındaydı. Halk üzerinde yüzyıllardır biriken korku, nefret; adeta sosyal, kültürel ve ekonomik bir patlamaya yol açmıştı. İşte o patlama "Hümanizm" akımının filizlenmesine yol açacaktı.

Lâtince "Humanus"tan (insan) geldiği tahmin edilen "Hümanizm" kelimesi, Batı dillerinde XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren görülmekle birlikte, 1850'lerde yaygın biçimde ve bugünkü anlamında kullanılmaya başlanmış. Hümanizmin genel anlamı; "insanı merkeze alma, insancıllık/insancılık; insanı, renk, ırk, din ve mevkiini dikkate almadan sevmek ve saygı duymak olarak açıklanabilir. Rönesans çağında Antik Yunan ve Lâtin edebiyatına dönüp, onu araştıran ve kendisine kaynak olarak alan, insani değerlerin savunulmasını esas alan dünya görüşü de diyebiliriz Hümanizm için. Bu anlamda insanın bireyselliğini, özgürlüğünü ve yaratacılığını ön plana çıkartmayı hedefler.


İşte tam da bu noktada sözü Fransa'nın hatta dünyanın en önemli konyak üreticilerinden birisi olan Frapin'e getirmem gerekir. Neredeyse 750 yıllık tarihe sahip bu Konyak üreticisi, 2002 yılında staratejik bir karar alarak, faaliyet alanı dışındaki parfüm sektörüne girmiş oldu. 2013 yılına kadar toplam dokuz parfüm çıkarmış durumdalar. Bugün yazacağım L'Humaniste, 16. yüzyılda yaşamış ünlü Fransız yazar François Rabelais ve onun Hümanizm düşüncesinden ilhamını almış. François Rabelais, yazdığı kitaplarıyla Hümanizm akımının en önemli temsilcilerinden birisi olarak biliniyor. Zaten Frapin'de kendi sitelerinde ona yer vermiş ve şunları söylemişler parfümleri hakkında:

“François Rabelais, Frapin evinin L'Humaniste'ye ithaf ettiği hanedanın en ünlü üyesidir. Turunçgil ile bağlanmış bir ölçü cin, yumuşak tonka fasulyesi ile sabitlenmiş baharatlar ve otlar, onu meraklı, açık fikirli bir Rönesans erkeği gibi duru ve zinde yapar.

Parfümün Fransa'da sanat haline gelmesi Rönesans zamanında gerçekleşmişti. Ve François Rabelais, Thelema Manastırını hümanist kültürün ütopik merkezi olarak hayal ettiği zaman, en hassas, zarif kokuların da kullanımını ilave etmişti.”

Yine kendi sitelerinde L'Humaniste, ferah parlak bir fujer olarak sınıflandırılmış. Üzerime ilk sıktığımda karşıma buruk tatlımsı meyveler ve turunçgiller çıkıyor. Parlak, canlı biraz da ekşimsi. Bence tamamen meyveli bir açılışı var. Muhtemelen ardıç meyvesinden geliyor bu his. Biraz da içkimsi geri plana sahip. Kimilerinin tropikal içkilere benzetmesi bu sebepten kaynaklanıyor olabilir. Fakat benim sevmediğim tarzda. Üst notalarını Burberry For Men'e benzettim. Oradaki sinir bozucu, ukala meyveler, adeta burada yeniden hayat bulmuş. Tabiki daha kaliteli ve rafine olarak. Başlangıcı pek bana göre değil. Geçeyim orta kısma. Burada aynı meyvemsilik devam ediyor. Onun yanına tatlımsı yumuşak baharatlar ekleniyor. Kakule, küçük hindistan cevizi ve biber olabilir. Ayrıca gerilerden de aromatik otlar geliyor. Muhtemelen kekik-fesleğen ikilisi. Fakat ağırlık tatlımsı baharatlar ve buruk meyvelerde. Orta kısımda benim için parlak geçmiyor. Alt notalara gelindiğinde tatlılığın sebebi anlaşılıyor. Burada tonka fasulyesi, yumuşak odunsu notalar ve biraz tütün algılıyorum. Sanırım tütün teması sayesinde en sevdiğim kısım sonları oluyor. Gayet başarılı kapanışı.


L'Humaniste, aynen dedikleri gibi tam bir aromatik fujer. Ana aksı tatlımsı meyveler, yumuşak tatlımsı baharatlar ve odunsu notalar-tütün oluşturuyor. Genel olarak oldukça tatlı kokusunuysa tonka fasulyesi sağlıyor gibi görünüyor. Onun için erkeksi bir kokuya sahip diyebilirim. Zaten pazarlaması da erkekler üzerine yapılıyor. Fakat oldukça tatlılık barındıran bir erkeksilik. Eğer "erkek adam tatlı tatlı kokmaz" gibi anlamsız takıntılara sahipseniz sizin için iyi fikir olmayabilir. Yanılıyor olabilirim ama tuhaf bir şekilde kokusunu, özellikle başlangıcını Burberry For Men'e benzettim. Eğer o tarz fujerlerı seviyorsanız çok daha yüksek kalitelisini bulmuş durumdasınız. Sizin için hayırlı olsun.

Fakat benim kullanamayacağım bir kokuya sahip. Her ne kadar sonları ilgimi çekse de başlangıcına ve orta kısmına nasıl tahammül edeceğimi çözemedim. Bu eleştirilerim onun kötü, vasat ve kalitesiz bir parfüm olduğunu düşünmenizi sağlamasın. Tam tersine oldukça rafine ve pürüzsüz bir kokusu var. Ama sanırım ayrı dünyaların insanıyız L'Humaniste ile...

Başlangıcındaki içkimsi kokunun anlaşılabilir yanı olduğunu düşünüyorum. Frapin bir konyak markası aslında. Onların parfümlerinde de bazı içkimsi kokuların kullanılması normal olarak görülebilir. Muhtemelen burada markanın kurumsal kimliğine bir gönderme yapılmış olabilir.      

L'Humaniste bence dört mevsimde de rahatlıkla kullanılabilir. Bu anlamda başarılı bir aroma. Erkek kullanımına daha yakın. Eau de Parfum (EDP) olarak satılmakta. Kalıcılığı ortalama, fark edilirliği iyi oldu tenimde.


Parfümün tasarımını Sidonie Lancesseur yapmış. Bu parfümör ayrıca By Kilian, Azzaro, Comptoir Sud Pacifique ve Olfactive Studio için de kokulara imza atmış. Yeni nesil parfümörlerden birisi olarak ileride daha çok adını duyacağız muhtemelen Lancesseur'un.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Sonlarını beğendim.
+ Kaliteli kokusu niş parfüm standartlarında.

Eksileri:
- Başlangıcını pek sevemedim.
- Genel anlamda kokusu bana yakın gelmedi.
- Her yerde bulmak mümkün değil.


Koku Güzelliği:10/6

21 Eylül 2013 Cumartesi

Davidoff – Cool Water (1988)


Davidoff – Cool Water (1988)  Davidoff’un referans parfümü.

Şöhret nedir sorusunun cevabı en basitinden şöyle olabilir: Herkesçe bilinme, tanınma durumu, ünlü olma. Sosyal üstünlük dürtüsü de deniliyor bu duruma. Acaba insanlar güç sahibi olmak için mi ünlü olmak isterler? Gücün çekiciliğine kavuşmanın kısa yolu mu şöhretli olmak? Sen benim kim olduğumu biliyor musun! sorusu bu anlamda enteresan ve üzerinde durulmaya muhtaç. Fakat konuyu dağıtmadan gidelim.

Bazı insanlar doğarken şanslı ve şöhretliyken, kimileri her şeyini tırnaklarıyla kazıyarak elde ederler. Bazı parfümlerse büyük pazarlama kampanyalarıyla doğar ve şöhretli olurken, bazı parfümler sessizce piyasaya çıkarlar. Sonradan büyük şöhret kazanırlar. Belki de parfümlerle insanlar arasında bağ kurulabilir bu anlamda.

1998 yılında, muhtemelen kimsenin böylesine büyük başarılar yakalayacağını düşünmediği bir parfüm piyasaya sürdü ünlü puro üreticisi Davidoff. Yazar Chandler Burr, Cool Water'ın oluşturulma aşamasına daha teknik olarak bakmış ve parfümde kullanılan Dihydromercenol'e büyütecini tutmuş. Özetle şunları söylemiş:

“Kokuları özgün moleküllerle tanımlayan kimyagerlere gıpta ediyorum. Mesela Ethyl Maltol, pamuk helva gibi kokar. Calone, istiriyde bıçağı gibi kokar.  Phenylethyl Glycidate, çilek ve bibere benzer. Cis-3-hexenol kesilmiş çimen gibidir. Butyric Acid, ayak gibi kokar. Ve parfümler: Chanel No.5'in sırrı Aldehitlerdir; Davidoff - Cool Water'ın ise Dihydromyrcenol.


Dihydromyrcenol, bazı deterjanlarda kullanılan özel bir kimyasaldır. Bu kimyasal, ilk olarak 1973 yılında Paco Rabanne Pour Homme'da kullanıldı. Daha sonra 1982 yılında Drakkar Noir'de yüzde on oranında kullanıldı. Parfümör Pierre Bourdon ise Cool Water'da yüzde yirmi oranında kullanmıştı.

Tabiki bazı kimyasallardan nefret ediyorum. Ne yazık ki listemin üst sırasında Dihydromyrcenol var. Kokusu bana alüminyum tezgahın üzerine dökülmüş çamaşır deterjanlarını hatırlatıyor. Drakkar Noir, Polo, CK One ve Cool Water'da güzel kullanılmıştı. Fakat artık bir çok parfümde kullanılıyor. O, sıkıcı bir klişe haline geldi. Gerçi ben doğal yada yapay farketmez, lavanta kokusundan nefret ederim. Sonuç olarak bir klişe, her zaman için klişedir."    

Chandler Burr’den bu alıntıyı Cool Water'ın baskın şekilde Dihydromyrcenol gibi koktuğunu açıklamak için verdim. Bugün Dihydromyrcenol kimya ve kozmetik sanayisinde kullanılıyor. Zaten Cool Water'ın kokusunun kimi zaman kolonyalı mendillere kimi zaman traş köpüklerine kimi zaman da çamaşır deterjanlarına benzetilmesinin sebebi işte tam da bu. Artık geçeyim kokunun bana hissettirdiklerine.

Aromatik akuatik olarak sınıflandırılmış Cool Water. Kimileri de aromatik/ferah fujer olarak anlandırıyor. Üzerime ilk sıktığımda lavanta, turunçgiller (limon ve bergamot) ve ozonik deniz esintisi karşıma çıkıyor. O kadar tanıdık ki kokusu. Üst notalarında ağırlık ozonumsu yeşil lavanta da sanki. Başlangıcını çok beğendim. Orta notalara geçildiğinde yeşil koku devam ediyor. Fakat kalite anlamında biraz düşüş var. Burada yeşil erkeksi çiçekler devreye giriyor. Ve herkesin bahsettiği o deterjan kokusu. Sabunsuluk artık ortaya çıkıyor. Hem de dikkati çekecek oranda. Sanırım o traş köpüklerine benzetilme sebebi de sabunsuluk. Orta kısmı başlangıcı kadar ilgimi çekmedi. Geçeyim alt notalara. Burada hala yeşil ozonik koku devam ediyor. Misk ve odunsu notalar hissediyorum ek olarak. Sonları fena değil. Böylece de tenden ayrılıyor.


Cool Water, başlangıcından sonuna kadar neredeyse hiç değişmiyor. Parfümün ana ekseni ferah, serin, sabunsu yeşil erkesi çiçekler ve tuzlu/yosunsu deniz teması. Enteresan bir birliktelik. Başlangıcı gayet güzelken, orta kısımdan itibaren sabunsu yapaylık hissediliyor. Sabunsu kokan yeşil çiçekler, hiç ilginç gelmedi bana. Son kısımsa orta notalarla paralel ilerliyor. Her ne kadar odunusluk ve misk eklense de alt notaları bana yakın gelmedi ne yazık ki. Şu haliyle en sevdiğim kısmı başlangıcı oldu.  

Şu bir gerçek ki Cool Water, tüm zamanların en şöhretli, kült parfümlerinden birisi olmuş durumda. Zaten satış rakamları da onun dünya çapında ne kadar büyük fenomen olduğunu kanıtlıyor. İlk çıktığı 1988 yılından 2003 yılına kadar en çok satan on beş parfümden birisiydi Cool Water. Yani onun etkileri, 2000'li yılların ortalarına kadar devam etti. Onlarca parfüm üreticisi ona benzeyen kokular piyasaya sürdü. Ama biliyoruz ki hiç birisi onun kadar şöhretli olamayacaktı. Çünkü emitasyon, gerçeğin yerini asla tutamaz.

Böylesine büyük ticari başarıyı, kokusunun yeterince rafine olmaması sebebiyle eleştirebiliriz. Yada büyük şöhretine hürmeten, onu övgülere boğabiliriz. Ben yine de aklıma takılan kısımları eleştirirken, ona saygı duymaya devam edeceğim. Çünkü karşımızda sıradan bir market kokusu yok. Beğenin yada beğenmeyin döneminin en önemli parfümü Cool Water. Çığır açan, referans olarak gösterilen bir arkadaş. Parfüm endüstrisinde yeni bir akımın oluşmasını sağladığı söylenebilir. Anlaşılacağı üzere ona gereken saygıyı göstermemiz gerekiyor. Fakat saygı duymamız onu seveceğimiz anlamına da gelmiyor.

Cool Water'ın eleştirebileceğim iki tarafı var. Birincisi orta kısımdan itibaren beliren sabunsu çiçeksilik. İkinci olarak da tek düze kokması. Derinliğe sahip olmayan yapısı, biraz hayal kırıklığına uğrattı beni. Bu duruma parfümün geçirdiği reformülasyonların sebep olduğu düşünülebilir. 1988 yılında üretilmiş bir parfümün günümüze kadar orjinal formülüyle gelmiş olması olası görünmüyor.


Görünen o ki ilerleyen yıllar ve karşısına çıkan rakipler, Cool Water'ın biraz geri plana çekilmesine neden olmuş. Bugün daha çok "baba kokusu" olarak nitelenen Cool Water'ı genç kesimin tercih etmediğini görüyoruz. Yılların verdiği "modası geçme" sendromuna yakalanmış olabilir. Yine de parfümlerle ilgili herkesin almasa da mutlaka denemesi gereken klasiklerden birisi olduğu aşikar.

Parfüm platformlarının en çok tartışılan konularından birisine daha dahil olayım hemen. Cool Water, bir çok yerde Creed’in ünlü parfümü Green Irish Tweed’e benzetiliyor. Hatta birbirinin kopyası diyenler bile var. Şimdi benim edindiğim izlenime göre iki parfümün benzer yanları var ama çok büyük benzerliğe rastlamadım. Green Irish Tweed, ekşimsi yeşil çiçekler gibi kokarken, Cool Water akutik-yeşil-sabunsu kokuyor. İki parfümün de yeşil kokan taraflarını birbirine yakın bulabiliriz. Fakat genel olarak ikiz kardeş gibi değiller.

Şişesinin tasarımını Peter Schmidt yapmış. Kokusunun tasarımını ise Pierre Bourdon gerçekleştirmiş. Bourdon parfüm dünyasının önemli burunlarından birisi. Kouros gibi ikonik bir parfüme imza atmış olan Bourdon, Dior'un Dolce Vita'sının, Frederic Malle'in French Lover'ının, Shiseido'nun Feminite du Bois'i gibi başarılı eserlerin arkasındaki isim olarak da biliyoruz.

Parfüm yazarı Luca Turin, Cool Water'ı aromatik fujer olarak sınıflandırmış ve beş üzerinden beş yıldız vererek en iyi parfümler listesine almış. Ek olarak "Kadınlar için en iyi erkeksi parfümler" listesinde de ona yer vermiş.


Tam bir ilkbahar-yaz parfümü bence. Çoğu kimse kalıcılık ve fark edilirliğinin düşük olduğundan şikayet etmiş. Benim denemelerimde tam tersi durum ile karşılaştım. Kalıcılığı bir EDT'ye göre gayet iyiydi. Hatta kıyafetlerimde iki güne yakın kokusu hala hissediliyor. Fark edilirliği ise ilk 2-3 saat yüksek oldu. Bu iki konuda hiç şikayetim olmadı neyse ki. Her ne kadar çok bilinen bir parfüm olsa da siz yine de denemeden almayın.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcını sevdim.
+ Her parfüm severin denemesi gereken bir klasik.
+ Oldukça uygun fiyatlara hemen her yerde satılıyor.

Eksileri:
- Orta kısmını kendime yakın bulamadım.
- Yüksek kalite hissiyatı vermiyor.
- Tek düze kokusunun, uzun süreli kullanımlarda sıkıcı olacağını düşünüyorum.


Koku Güzelliği:10/6.5

18 Eylül 2013 Çarşamba

Creed – Erolfa (1992)


Creed – Erolfa (1992)

Creed parfüm evinin altıncı nesil master parfümörü Olivier Creed'in, başarılı ve çalışkan isimlerden birisi olduğu yadsınamaz. Creed'in yenilenen yüzünü temsil eden Olivier bey, başarılı parfümlere imza atıyor. Özellikle son yıllarda "Creed sever" bir kitlenin oluşmasının sebebi de Olivier Creed'in atılımları denilebilir. Bugün, markanın popüler parfümlerinin neredeyse tamamının tasarımına imza atmış Olivier Creed.

Davidoff'un meşhur Cool Water'ının çıkışından dört yıl sonra, akuatik temaya göz kırpmış gibi görünüyor Olivier Creed, Erolfa ile. Pierre Bourdon'un Cool Water'ının büyük başarısı, muhtemelen bir çok akuatik parfümün önünü açmıştı. Hatta bu etki o kadar büyük olmuştu ki niş markalar bile kayıtsız kalamadı bu yeni tarza. Tabiki Erolfa'nın Cool Water'dan birebir etkilendiği konusunda bir kanıtımız yok. Fakat Olivier Creed'in Erolfa'yı tasarlarken, masasının kenarında Cool Water'ın şişesinin olduğunu zihnimde canlandırabiliyorum.  

Creed ailesinin, Akdeniz'de yelken seyahatlerindeki mutlu anılardan esinlenilmiş Erolfa'nın oluşturulma sürecinde. Erolfa kelimesinin herhangi bir dilde anlamı yok. İsminin oluşturulmasında üç kişinin adının ilk hecelerini kullanmışlar. ER hecesi Olivier Creed'in oğlu Ervin'den geliyor. OL hecesi ise bay Creed'in tek kızı Olivianın baş harflerinden geliyormuş. FA ise Erwin ve Olivia'nın anneleri Fabienne'den geliyor. ER-OL-FA, Creed ailesinin bireylerinin isimlerinin ilk harfinden meydana gelen bir ad anlaşılacağı üzere.

Erolfa kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış: "İster bir yat yarışının heyecanından keyif alın, isterseniz sahilden denizin keyfini çıkarın. Canlandırıcı, ayağa kaldırıcı ve ilham verici. Yat yarışı şampiyonlarının kokusudur Erolfa. O, açık denizlerde yelken kullanmanın coşkusunu  çağrıştıran okyanussal bir ferahlıktır.”


Sınıflandırma olarak ferah/deniz teması seçilmiş. Zaten tanıtımında bol bol denize ve okyanusa göndermeler var. Yani onun için akuatik diyebiliriz şu ana kadar. Parfümü deneme sürecinde bende nasıl çağrışımlar yaptı, o kısma geçeyim artık.

Erolfa'yı üzerime sıktığımda karşıma çıkan koku ferah, modern turunçgiller (ağırlık portakalda) ve tuzlumsu meyvelerden (muhtemelen kavun) oluşuyor. Fazla tatlılık barındırmayan, canlı, pozitif ve çok güzel. Yine bir Creed ve yine başlangıcı gayet başarılı. Sevdim üst notalarını. İlerleyen dakikalarda bu güzel turunçgiller hala hissediliyor. Onun yanına yumuşak baharatlar ekleniyor. Biber veya kakule olabilir. Fakat çok baskın değil. Tuzlumsu aromatik meyveler her daim ön planda. Dikkatimi çeken şeyse orta notalardan itibaren tatlılığın artması. Teninizde rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz bu durumu. Son kısımda tatlılık daha da artıyor. Neredeyse bir kış parfümü kadar tatlanıyor. Kalite hissiyatı biraz düşüyor. Alt notalarda koku karakteri oldukça değişiyor. Olivier Creed'in diğer parfümlerindekilere benzer ambergris dikkat çekiyor. Biraz da tatlımsı odunsular ve vanilya var. Miski de unutmamak lazım. Son kısım tatlı misk-ambergris-odunsu notalar işbirliğinde ilerliyor. Bu noktada kalite hissiyatı biraz düşüyor. Sanırım ambergrisin başının altından çıkıyor bu yapaylık. Yine de denediğim bazı Creed'lerden daha başarılı sonları.

Erolfa'nın başlangıcı nefis. Çok güzel ve etkileyici turunçgil açılışına söyleyecek söz yok. Yirmi yılı devirmiş olmasına rağmen, hala güncelliğini koruyan bu turunçgil-meyve kombinasyonu şaşırtıcı derece doğal. Orta kısım çok değişmezken tatlılığın artmasını biraz yadırgadım. Hafiften şekerimsi hissettiren tatlılık, akuatik olarak sunulan bir parfüme ne kadar yakışıyor merak etmekteyim. Son kısım diğer popüler Creed'lere çok benziyor. Millesime Imperial, Himalaya, Silver Mountain Water, Aventus. Hepsinin de sonları az da olsa birbirini andırıyor bence. Özellikle Silver Mountain Water'a benzettim Erolfa'yı. Fakat ondan daha başarılı ve kaliteli buldum. Hatta Erolfa bu haliyle en beğendiğim Creed’lerden birisi oldu.


Erolfa için akuatik deniliyor çoğunlukla. Başlangıcı ve orta kısmı için olabilir. Ama sonlarında hiç akuatik izler yok. Alt notalarda neden bu kadar tatlılık ve ambergris kullanıldığını pek anlayamadım. Madem bu parfüm akutik, daha deniz merkezli bir kokuya sahip olabilirmiş. Kimi yorumcular deniz kenarına, okyanusa benzetmiş. Başlangıcı dışında çok yoğun deniz teması alamadım. Evet üst notalardaki tuzlu meyveler öyle bir algı yaratıyor. Kokunun tamamında o yosunsu deniz kenarı etkisi yok. Daha çok ferah turunçgiller üzerinden ilerliyor. Bulgari - Aqua Marine'deki gibi baskın deniz kokusuna sahip değil.

Erolfa'yı sonları dışında başarılı buldum. Bir de tabiki tatlılık kullanımını eleştirebilirim. Onun dışında herkesin sevebileceği, kullanımı kolay, övgüler alabileceğiniz, her türlü spor kıyafetle kombin edebileceğiniz bir arkadaş. Eğer çok yüksek fiyatını göze alabiliyorsanız denemenizi tavsiye ederim. David Beckham ve Sean Penn gibi ünlülerin de Erolfa'yı kullandığı bilgisine ulaştım. Ne kadar doğrudur bilemiyorum.

Parfüm kritikçisi Luca Turin Erolfa'yı odunsu kavuna benzetmiş ve beş üzerinden sadece bir yıldız vererek en kötü parfümler listesine almış. Turin'in bu kadar düşük not vermesi kimi yorumcular tarafından eleştiriliyor. Sanırım bende onlara katılacağım. Evet Erolfa harika değil ama en kötü listesine girecek kadar da başarısız olduğunu sanmıyorum.

Eau de Parfum (EDP) konsantrasyonuna sahip. İlkbahar-yaz mevsimine daha uygun diyebilirim. Fakat sonlarındaki tatlılık, onu sonbahar-kış kullanımına da uygun hale getiriyor. Erkek parfümü olarak piyasaya sürülmüş. Öyle yoğun erkeksi mesajlara sahip değil. Hele ki son kısma kadar kadınlara da uygun olduğunu söyleyebilirim. Kalıcılığı iyi ama fark edilirliği sonlara doğru oldukça düşüyor.


Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı nefis.
+ Orta kısmı da gayet güzel.
+ Modern, ferah, canlı kokusu herkesin ilgisini çekecek gibi.

Eksileri:
- Son kısmını çok sevemedim.
- Fark edilirliği düşük.
- Fiyatı çok yüksek.


Koku Güzelliği:10/7

15 Eylül 2013 Pazar

Hermes – Eau de Cologne (1979)


Hermes – Eau de Cologne (1979)

"Bir Eau de Cologne'nin basit olmaya ihtiyacı vardır. Üst notaları ağır olmamalı. Serinletici olmalı. Kalıcılık gibi iddiası olmamalı. Eau de Cologne'ler için geçerli olan bu basitlik kuralları, o parfümün kişiliği olmadığını göstermez."

Bir söyleşisinde genel olarak bunları söylüyor parfümör Francoise Caron. Bu ismi tanıyamadınız mı? O zaman şu parfümler belki çağrışım yapabilir: Acqua di Parma - Iris Nobile, Azzaro - Onyx, Comme des Garcons - Palisander, Kenzo Women, Le Labo - Fleur d`Oranger 27'nin tasarımcısı desem.

Parfümör Francoise Caron'un en büyük şansı, ilk işlerinden birisinde Hermes ile çalışmasıydı muhtemelen. 1979 yılında Hermes için tasarladığı Eau de Cologne, markanın ilk kolonya denemesiydi. Oldukça başarılı olan Eau de Cologne, 1997 yılında isim ve formülasyon değiştirerek, ünlü Eau d'Orange Vert ismini alacaktı.

Bugün inceleyeceğim Eau de Cologne, aslında Eau d'Orange Vert'in babası sayılır. Parfüm severlerse Hermes'in ünlü Orange Vert'ini daha iyi bilirler. Bulunması çok zor olan Eau de Cologne versiyonuna şanslıyım ki ulaşabildim. Çünkü artık üretimi sonlandırılmış durumda.


Fragrantica'da aromatik meyveli olarak sınıflandırılmış Eau de Cologne. Üzerime ilk sıktığımda aromatik yeşil otlar (biberiye, fesleğen), tozlu turunçgiller ve eski tarz limon karşıma çıkıyor. Çok doğal, nostaljik, yüksek kaliteli ve harika. Klasik turunçgil merkezli şiprelerin tipik açılışına sahip ama gerçekten nefis. Geçeyim orta notalara. Burada aromatik otlar geri plana çekiliyor. Onun yerine doğal limon aroması öne çıkıyor. Çok güzel, rafine, ferah, mis gibi orta kısım. Geçeyim sonlarına. Alt notalarda otsu limon aroması devam ediyor. Şiprelerin vazgeçilmezi meşe yosunu kendisini iyice gösteriyor. Ona biraz da odunsu notalar eşlik ediyor. Kokunun geneli gibi sonları da. Ama üst ve orta notaları kadar beğenemedim. Böylece tenden ayrılıyor. 

Şu bir gerçek ki karşımızda klasik anlamda bir kolonya var. Hem de safkan EDC konsantrasyonunda. Aromatik yeşil otlar ve limon her zaman ön planda. Sonlarda meşe yosunu etkisi hissediliyor. Bu anlamda oldukça basit formülasyona sahip. Zaten bir kolonya da parfümün tasarımcısı Francoise Caron dediği gibi böyle olmalı: "Basit, ferahlatıcı, çok kalıcı olmayan ve üst notaları ağır değil." Tam Caron'un dediği gibi bir parfüm Eau de Cologne. Anlaşılan kafasındaki düşünceyi aynen parfümüne yansıtabilmiş.

Özellikle başlangıcı müthiş Eau de Cologne'nin. Eskilerden kalma naneli, aromatik otsu limonata gibi. Fakat tatlılık neredeyse yok. Bu kadar rafine, üst düzey, aristokratik, tarihi, geleneksel bir limon kokusuna çok az rastlamışımdır. Evet biraz eski kokuyor. Günümüzün trendlerine yakın değil. Ama bu koku bana 1900'lü yılların başındaki Fransa'yı hatırlayor. İnsanı küçük bir zaman yolculuğuna çıkarıyor adeta. Orta kısımdaki doğal ve ferah limon da görülmeye değer. Demek ki limon, istenirse böylesine başarılı şekilde kullanılabiliyormuş. Günümüzün parfümörlerine ders gibi. Son kısımda artan meşe yosunu efekti nedense çekici gelmedi bana. Yada aramız çok iyi olmadığı için yadırgıyorum meşe yosununu. Kalite olaraksa hiç bir sorun yok son kısımda.

Evet o aromatik şipre. Günümüzde neredeyse hiç üretilmeyen bu tarz kokular, eski dönemlerde bol bol kullanılıyordu. Değişen parfüm trendleri, bu tür kokuların pabucunu dama atmış olabilir. Fakat Eau de Cologne'deki rafineliği, doğallığı ve kalite hissiyatını, bugün bir çok ünlü markanın parfümünde göremiyoruz. Hatta rahatlıkla niş parfüm kalitesinde diyebilirim. Sanırım parfümler için geçerli olan klişenin gerçeklik payı var: "Ne varsa eski parfümlerde var."


Genel olarak düşündüğümde olgun ve erkeksi yönünün ağır bastığını düşünüyorum. Bazı kaynaklarda uniseks olarak geçse de erkek kullanımına daha yakın gibi. Belli bir yaşın üzerine hitap ettiği aşikar. 30 hatta 35 yaş üzerindeki arkadaşlara tavsiye ederim.

Hayatı sadece çalışıp para kazanmaktan ibaret sanmayan, stil ve zevk sahibi, gusto karakterli kişiler için uygun sanki Eau de Cologne. Nedense zihnimde böyle bir imgelemle özdeşleştiriyorum onu.

Parfümün önemli eksikliği kalıcılığının ve fark edilirliğinin düşük olması. Bunu EDC olmasına da bağlayabiliriz. Belki de parfümörün bilinçli seçimidir. İlkbahar-yaz mevsimi için daha uygun olacağını düşünüyorum.  

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı harika.
+ Orta kısmı nefis.
+ Yüksek kaliteli, rafine ve seçkin bir turunçgil kokusuna sahip.

Eksileri:
- Sonlarını çok sevemedim.
- Fark edilirliği zayıf.
- Artık bulmak çok zor.


Koku Güzelliği:10/8

12 Eylül 2013 Perşembe

Bond No.9 – Madison Square Park (2011)


Bond No.9 – Madison Square Park (2011)

İsmini Amerika’nın dördüncü başkanı ve Amerikan anayasasının baş yazarlarından James Madison’dan almış bir park. Madison Square (meydanı) olarak bilinen park, Fifth Avenue (5.Cadde) ve Broadway'in kesiştiği, şehir merkezini gösterdiği kavşakta yer alır. Bu caddeler sadece 23. Cadde'deki Flatiron Binasının pruva tarafında birbirinden ayrılırlar. 19. yüzyılın ortalarında kapitalizmin altın çağlarına doğru ilerlerken, bu çevredeki caddeler hızlı bir şekilde konut olarak gelişti. Bol bol Beaux Arts ve Rokoko stilinde büyük oteller ve perakende mağazaları ortaya çıktı. Burası Theodore Roosevelt ve Edith Wharton bölgeleriydi. Herman Melville, Billy Budd'ı Doğu 26. Caddede yazdı. Madison Square Park civarındaki caddeler Manhattan'ın popüler noktaları haline geldi.

New York’un göbeğindeki bu parkın tarihi 1686 yılına kadar gidiyormuş. 300 yıldan fazla zamandır park olan ve hala park kalan bir kara parçası. New York merkezli niş parfüm evi Bond No.9, içinden çıktığı şehre yine sadakatini göstermiş. 2011 yılında çıkardığı parfümüne Madison Square Park’ın ismini vermiş. Kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış:

“Kapitalizmin altın çağında, Madison Square Park, modanın zirvesiydi. Bugün tekrar o hip&cool moduna dönmüş durumda. Bu parfüme komşuluk için tam zamanı. Çarpıcı neon pembesi ve yeşili şişesinin çimen yeşili ve gül çiçeğine benzer kapağı, aynı zamanda çıkarılıp, kolye yada broş olarak da kullanılabiliyor. Kolyeye dönüşebilen kapağı, vintage tarzı bir gül aksesuvarı gibi kullanabilirsiniz. Parfümler ve takılar. Bu kombinasyonu seviyoruz!”


Markanın Downtown serisine mensup Madison Square Park. Parfümü üzerime ilk sıktığımda karşıma ekşimsi, modern kırmızı meyveler çıkıyor. Kiraz, çilek, böğürtlen, yaban mersini. Hangisini beğenirseniz. Lezzetli ve ekşimsi canlı meyvelerle yapılan açılış bir yerlerden tanıdık geliyor. Kadınsı, lezzetli ve hafif metalik. Yine de fena değil. Orta kısma geldiğimizde tatlımsı modern meyvelere modern, egzotik, yeşil çiçekler ekleniyor. Gül bu noktada öne çıkıyor. Ekşimsi meyvelerle harmanlanmış bir gül diyebilirim. Ve tabiî ki yeşil çiçekler. Hala biraz kadınsı ama cazibeli. Son kısımlar en erkeksi bulduğum tarafı. Misk, tatlımsı meyveler ve odunsu notalar etkili. Böylece de tenden ayrılıyor.

Madison Square Park, yeni parfümlerden. Henüz iki yaşını bile doldurmadı. Bu durumun etkilerini görebiliyorum. Canlı, ekşimsi meyveler ana rolde. Günümüzün modern kadın parfümlerine benziyor. İsmini bilemediğimiz ve sokakta yanınızdan geçen bir kadından etrafa yayılan o meyveli-çiçeksi parfümler vardır. İşte onlar gibi adeta.

Benzersiz kokusu yok. Çok yaratıcı da değil. Ama zaten öyle bir iddiası da yok anladığım kadarıyla. Onun amacı, rahat, günlük kullanıma uygun, spor giyime yakın, eğlenceli, pozitif bir etki bırakmak. Ve bunu da başarıyor. Evet bu parfüm kesinlikle pozitif ve neşeli. Depresif günlerinizde sizi iyi hissettirecek iksir olabilir.


Madison kardeşimiz yüksek kaliteli bir parfüm gibi davranmıyor. Bıçak sırtı hissedilen yapaylık, doğal harman arayan burunlar için uygun olmayabilir. Çok rafine kokmuyor. Zaman zaman metalik kokusu, şöyle bir etrafta dolaşıyor genel aura içinde. Nedense Bond No.9’ın denediğim hiçbir parfümü yüksek kalite tatmini veremiyor. Bilemiyorum bilinçli olarak mı yapılıyor bu durum.

Madison Square Park, basit bir fomül gibi görünüyor. Ekşimsi kırmızı meyveler, egzotik yeşil çiçekler, misk ve odunsu notalardan oluşuyor gördüğüm kadarıyla. Başından sonuna kadar neredeyse hiç değişmiyor. Düz çizgide ilerliyor. Zaman zaman ucuz kadın deodorantlarına da benzettim.

Bazı olumsuz yanlarına rağmen, özellikle genç kadınların severek kullanacağı bir kokuya benziyor. Otuz yaşın altındaki kadınlara tavsiye edebilirim. Gerek şişesi gerekse kokusu kadın parfümü olduğunu düşündürüyor. Deneme sürecinde günlük kullanımda o kadar da kadınsı gelmedi. Erkekler kullansa da olur ama sanki kadınlarda daha iyi sonuçlar verir.

İlkbahar-yaz döneminde kullanmak için daha uygun bence. Kokusunun tasarımını Bond No.9’ın bir çok işine imza atmış Laurent le Guernec yapmış. Eau de Parfum (EDP) konsantrasyonunda.


Artıları:
+ Sonları fena değil.
+ Genel olarak herkesin sevebileceği tarzı.

Eksileri:
- Hafiften hissedilen yapaylık, kalite hissiyatını düşürüyor.
- Düz çizgide ilerleyen kokusu, uzun süreli kullanımlarda sıkıcı olabilir.
- Fiyatı çok yüksek.

Koku Güzelliği:10/6.5     

9 Eylül 2013 Pazartesi

Bulgari - Eau Parfumee au The Vert (1992)


Bulgari - Eau Parfumee au The Vert (1992)  Bulgari'nin ilk parfümü.

New York Times'ta gazeteci ve parfümlerle ilgili kitaplar yazmış Chandler Burr'un cümlesiyle başlayalım bence: "Jean Claude Ellena'nın Eau Parfumée au Thé Vert isimli kokusu, parfüm dünyasının en tuhaf hikayelerinden birisine sahiptir." Hikaye 1989 yılında başlar.

1989 yılında şimdiki kadar büyük şöhrete sahip değildir parfümör Jean Claude Ellena. Karısı Susannah ile birlikte tam bir çay düşkünüdür. Yaşadıkları şehirde Mariage Freres isimli çeşit çeşit çaylar satan mağaza vardır. Ara ara oraya gidip, alışveriş yapar Ellena çifti. Sanırım mesleği Ellena'yı o çay mağazasına çağırır bir şekilde. Her gittiğinde çok farklı çayları koklar orada ve aklında kalanları kağıtlara not eder. Hatta mağaza sahipleriyle dostluğu ilerletir parfümör Ellena ve bazen bütün gününü oradaki farklı çayları koklayarak geçirir.

O günlerde aklına bir fikir gelir Ellena'nın. İonone ve Hedione isimli iki sentetik elementi birleştirerek bir parfüm yapmaya karar verir. Aslında amacı çay kokusunu andıran bir form oluşturmaktır. Tam da o sıralarda Christian Dior'un erkeksi bir parfüm tasarlatmak istediği ortaya çıkar. Bu haberi alan Ellena, bizzat Christian Dior ile buluşup, elindeki çay kokusunu ona sunar ve yeni çıkartacağı parfümün tasarımını yapmaya talip olur. Christian Dior, Ellena'nın kendisine getirdiği koku formunu dener ve beğenir. Sözlü olarak anlaşmaya varırlar. Christian Dior gibi önemli bir markanın parfümünün tasarlanması işi Ellena'ya teslim edilecek gibi görünmektedir.


Christian Dior, Ellena'yı akşam yemeğine davet eder ve bu olayı kutlamalarını teklif eder. Ellena bu yemek davetini kabul eder. Güzel bir restoranda içkiler içilir ve iyi dilekler tekrarlanır karşılıklı olarak. Fakat ertesi sabah Ellena'ya gelen bir telefon, herşeyin alt üst olmasını sağlar. Christian Dior'un kendisi kokuyu beğenmiştir ama markanın pazarlama birimi, kokuyu fazla sanatsal ve soyut bulur. Ticari anlamda yeterince başarılı olamayacağını düşünür pazarlama bölümü. Patron Christian Dior'da şirketinin pazarlama bölümünün kararına uyar ve iş Ellena'dan alınır. Onun yerine Jean-Louis Sieuzac ve Michel Almairac'ın kendilerine sundukları numuneyi üretmeyi kabul ederler. Sıkı durun çünkü bu küçük değişiklik, parfüm dünyasında bir efsanenin doğmasına yol açacaktır. Fahrenheit, işte bu şekilde adeta piyangodan çıkar gibi son anda meydana getirilmiştir. Görünen o ki Dior'un pazarlama birimi, kendi açılarından doğru karar vermiştir.

Jean Claude Ellena'nın formülü, son anda reddedilmiştir. O, tabiki vazgeçmez. Bu sefer Yves Saint Laurent'e gider ve elindeki koku formülünü onlara sunar. Fakat Laurent'te ona Dior'unkine benzer cevap verir: "Hayır, o formül bize uygun değil. O çok yaratıcı."

O günlerde, nasıl olduğunu bilmediğimiz şekilde Bulgari parfüm biriminden Ellena'ya telefon gelir ve onunla elindeki formül hakkında görüşmek istediklerini söylerler. Şans sonunda ondan yana dönmüştür. Bulgari ile görüşmesinde işin aslı ortaya çıkar. Mücevher mağazalarına sahip Bulgari, butiklerinde kullanılması için ondan bir koku tasarlamasını ister. Daha çok kolonyamsı bir kokudur istedikleri. Mağazaların tamamında kullanılacak bu koku ile bütün Bulgari butiklerinin aynı kokması sağlanmak istenmektedir. Yani amaç parfüm üretmek değil, butiklerin içlerinin güzel kokmasıdır. Ellena, elindeki çay koku formunu Bulgari'ye sunar ve marka da beğenir.

Eau Parfumee au The Vert (Yeşil çaylı parfümlü su) ismiyle üretimi başlar bu kokunun ve bütün Bulgari butiklerine gönderilir. Bulgari'nin New York butiğinde mağazaya gelen müşteriler bu kokuyu çok beğenirler ve bol miktarda satın almaya başlarlar. Diğer mağazalarda da bu parfüme büyük ilgi vardır. Bulgari yönetimi, böylesine ilgi gören yeşil çay kokusunu, parfüm piyasasına sunmaya karar verir ve seri üretime geçilir. İşte mücevherci Bulgari'nin parfüm piyasasına girmesi böylesi bir tesadüf sonucu olur.



Christian Dior ve Yves Saint Laurent'in reddettiği parfüm, Bulgari'nin ilk parfümü olarak tarihe geçer ve çıktığı 1992 yılında büyük başarı yakalar. Tabiki parfümün tasarımcısı olan ve o zamana kadar ismi duyulmamış parfümör Jean Claude Ellena'da ismini duyurur parfüm endüstrisinde. Ellena, bu parfümle birlikte 21. yüzyıl kokularını tasarlamaya başlayacaktır artık.

Bugün inceleyeceğim Eau Parfumee au The Vert, böylesine önemli bir parfüm anlaşılacağı üzere. Kendi sitelerinde turunçgilli aromatik çiçeksi olarak sınıflandırılmış. Üzerime ilk sıktığımda karşıma bergamot ve yeşil çiçekler çıkıyor. Parfümün şişesindeki yeşil vurgu ve ismindeki yeşil anlam, henüz ilk saniyelerde karşınıza dikiliyor. Doğal, biraz ekşimsi ve yüksek kaliteli. İlerleyen dakikalarda orta kısma geçiliyor. Fakat başlangıçtaki yeşil kısım aynen kalıyor. Hatta yeşil koku biraz daha artıyor. Bu andan itibaren sabunsu-pudramsı yapıya bürünüyor. Çiçekler, çay ve yumuşak baharatlar hissediyorum. Baharat derken muhtemelen zencefil ve biber. Orta kısım için sabunsu yeşil çay ve baharatlardan oluşuyor diyebilirim. Son kısımda büyük değişim yaşanmıyor. Orta kısımla aynı paralelde kokuyor. Sabunsu misk ekleniyor sadece. Böylece de tenden ayrılıyor.

The Vert’in ismiyle paralel şekilde yeşil çay kokmasını bekliyordum. Hepimizin evlerinde olan ve normal çay içmekten sıkıldığımızda demlediğimiz o hafif rahiyaya sahip yeşil çay hani. Fakat gördüğüm kadarıyla ismiyle hem çelişiyor hem de uyum sağlıyor The Vert. Çelişmesini neredeyse hiç çay kokmamasıyla açıklayabilirim. Uyum sağlamasını da bolca yeşil kokmasıyla açıklayabilirim. Biraz daha detaya girmem gerek sanırım.

Deneme sürecinde bol bol kullandığım The Vert, ağırlıklı olarak ekşimsi yeşil çiçekler, sabunsu misk ve biraz da baharatlardan oluştuğu izlenimi verdi. Gerek kıyafetimde gerekse tenimde ciddi derece sabunsuluk hissettim ve biraz hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü daha önceki deneyimlerimden biliyorum ki bu kadar sabunsuluk benim için fazla. Yani karşımızda çay merkezli bir koku yok. Fakat yeşil koktuğu çok aşikar. Hatta uzun zamandır denediğim en yeşil çiçeksi-yaprağımsı kokan parfüm. Zaten şişesinin de yeşil olmasını bu konuda ciddi ipucu olarak görüyorum.


Buradaki yeşilliği biraz Creed’in popüler parfümü Green Irish Tweed’de hissetmiştim. Oradaki akuatiğe yakın ekşimsi yeşil çiçekler kadar değil The Vert. Onun yerine bol sabunsu yeşil çiçekler düşünün. İşte öyle. Fakat iki parfümün birbirlerine çok benzedikleri anlaşılmasın. Sadece yeşil yapısını anlatmak istedim.

The Vert, iki yönden önemli parfüm dünyasında. Birincisi Bulgari’nin ilk piyasaya sürdüğü ve böylece parfüm sektörüne girişini temsil ediyor. İkinci olarak da tasarımcısı Jean Claude Ellena’nın parfüm sektöründe önünün açılmasını ve tanınmasını sağlıyor. Yani iki taraf içinde çok iyi bir antlaşma olmuş The Vert.

Zaman zaman kokusu deterjanları hatırlatsa da yüksek kaliteli olduğunu söylemeliyim. Yapaylığa rastlanmıyor. Pürüzsüz, lüks ve rahatlatıcı. Bu anlamda bay Ellena’nın hakkını teslim etmemiz gerek. Hatta oldukça uygun fiyatlara bulunabilen The Vert, fiyat/kalite anlamında alınabilecek en iyi arkadaşlardan birisi. Tabiki bu tarz kokuları seviyorsanız.

Kısaca bahsetmem gereken başka konu ise kokunun ilerleyişi. İlk sıktığınız andan, tenden ayrılana kadar büyük değişim geçirmiyor kokusu. Düz çizgide ilerliyor. Çok zengin, derin ve detaylı değil genel anlamda. Oldukça basit bir formül. Sırf bu yüzden bazı yorumcular tarafından “sıkıcı” olduğu yönünde eleştiriler mevcut.

Yazar Chandler Burr, The Vert’i oldukça beğenmiş ve beş üzerinden beş yıldız vermiş. Bir başka parfüm yazarı Luca Turin, çiçeksi çay olarak sınıflandırmış ve beş üzerinden dört yıldız vermiş. Ben ikisi arasında Turin’e daha yakınım. Beş yıldızı hak edecek kadar beni etkilemediysede başarılı bulduğumu söylemeliyim. Büyük boy şişesini alacağımı ise hiç sanmıyorum.


Parfümümüz pek rastlanmayan şekilde EDC (Eau de Cologne) olarak üretiliyor. Bazı kaynaklarda kadın parfümü olarak geçse de unisex kullanıma uygun. Erkeklerde rahatlıkla kullanabilir. Özellikle doğanın canlanmaya başladığı ılık ilkbahar mevsimine çok yakışacağını düşünüyorum kokusunun.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Pürüzsüz ve kaliteli yapısı.
+  Ünlü parfümör Ellena’nın, kariyerinin başlangıcındaki eserlerden birisi olması bakımından önemli.

Eksileri:
- Benim için fazla yeşil ve sabunsu.
- Tek düze ilerliyor. Neredeyse hiç değişmiyor kokusu.

Koku Güzelliği: 10/7

6 Eylül 2013 Cuma

Lubin - L'Eau Neuve (2007)



Lubin - L'Eau Neuve (2007)

1798 yılından itibaren parfümler üretiyor niş marka Lubin. Fransız devriminden hemen sonra kurulmuş olan marka, doğduğu Fransa'da aristokrasi sınıfına yönelik parfümler üretmişti. Tarihi parfüm evi de diyebiliriz Lubin için. Fakat uzun süredir uykudaydı denilebilir Lubin. 2005 yılında markayı yeniden diriltme çalışmaları kapsamında bir çok yeni parfüme imza atıldı. Bu tarihte piyasaya sürülen İdole, bir anlamda markanın en popüler parfümü denebilir. 2007 yılında piyasaya sürülen L'Eau Neuve, 1968 yılında çıkan Eau Neuve'un yeniden formüle edilmiş hali. Bakalım neler söylemişler parfümleri hakkında:

"L'Eau Neuve, Lubin tarafından 1968'de yaratıldığında Fransa'da genç nesil, burjuva eğilimlere karşı ayaklanıyordu. Bu enerjik gençlik kitlesi "kadın parfümleri" ile ilgilenmiyor, "Eaux Fraiches" diye yeni bir trend yükseliyor, geleneksel "eaux de cologne" de yeni bir dönüşüm gerçekleşiyordu. Bu parfümler önceki kolonyalara göre daha konsantredir ve ketum, gıcır gıcır, enerjik eklemelerle daha sert bir nitelik alırken şık olması sağlanmış, sürekliliği devam eden etki verilmiştir. Bu koku doğal içeriklerin yeniden keşfiyle vücut buldu. 18.yy'daki Fransız ve İtalyan parfümericilerin kuruluşunu sağlayan, özellikle Akdenize ait içeriklerin yeniden keşfedilmiş oldu.

Ancak Katmandu'dan San Francisco'ya kadar bu parfümü kullanan özgür ruhlu kadınların, Lubin'in Eau Neuve'sinin yalnızca yeni jenerasyon ve onun kurtuluşuna saygı duruşu değil, ayrıca 1798 de yaratılmış olan Eau de Lubin isimli Eau de Toilette'e övgü olduğu hakkında hiç bir fikirleri yoktu. Bu parfüm önce, o dönemin rafine bay ve bayanları arasında popüler olmuş, daha sonrada Fransa'nın son kraliçesi olan Marie Amelie ve İmparatoriçe Josephine'in favorisi haline gelmişti. Bu yan anlam, parfümü sadece daha doğal hale getirdi ve Eau Neuve parfümeriye anlam kazandırdı; yeni jenerasyonun imza kokularından biri haline geldi."


L'Eau Neuve, Fragrantica'da çiçeksi yeşil olarak sınıflandırılmış. Üzerime ilk sıktığımda eski/tozlu limonla karşılaştım. Biraz da turunçgiller ile aromatik otlar. 1980'lerin şipreleri gibi açılışa sahip. Biraz Eau Sauvage biraz Mouchoir de Monsieur biraz da Ralph Lauren - Safari. Eski tip, geleneksel yüksek kaliteli tozlu limon çok güzel diyebilirim. Üst notaları nefis. Orta kısma geçildiğinde limon geri plana çekiliyor. Onun yerine bir parça lavanta ve erkeksi sayılabilecek çiçekler sizi karşılıyor. Asıl sürprizi, şiprelerin vazgeçilmez öğesi meşe yosunu yapıyor. Artık günümüzün modern parfümlerinde rastlamadığımız meşe yosunu, orta kısımda lavanta ile birlikte baş rolde. Başlangıçtaki o ferah/taze hava olmasa da hala olgun ve rafine. Başlangıcı kadar ilgimi çekmese de güzel diyebilirim orta kısmı. Geçeyim sonlara. Alt notalarda odunsuluk neredeyse tek unsur haline geliyor. Azıcık paçuli ve plastiğimsi deri de hissediyorum. Fakat sıradan bir kapanış. Çok kaliteli ve enteresan değil. Sonları, bence parfümün en zayıf noktası.

Bir süredir bu kadar eski tarz şiprelere benzer parfüm kullanmamıştım. Hem şaşırdım hem de ne düşüneceğimi bilemedim. Çünkü parfümümüz yukarıda da belirttiğim üzere 2007 çıkışlı. Fakat kokusu 1980 hatta 70'lere götürüyor bizi. Bu anlamda çok ilginç bir zaman yolculuğu yaptırıyor size. Hele ki şipre severler için artık pek fazla yeni seçenek olmadığını düşünürsek.

L'Eau Neuve'un başlangıcı çok güzel. Aromatik otlar ve eski limon etkileyici. En ufak yapaylığa rastlanmıyor. Üst notalarını Penhaligon`s'un başarılı parfümü Blenheim Bouquet'e benzettim. Sanırım bu tür limon/turunçgil kokularını oldukça sevmeye başladım. Hatta üst notaları kendime en yakın bulduğum tarafı oldu. Orta kısımda devreye giren güçlü meşe yosunu ve lavanta parfümün ilk versiyonuna bir gönderme diye düşünüyorum. Malum, L'Eau Neuve, 1968 yılındaki Eau Neuve'ın yeniden yorumlanmış hali. Parfümün eski/nostaljik kokmasını da rahatlıkla buraya bağlayabiliriz. Fakat alt notalar için fazla olumlu şeyler söyleyemeyeceğim. Standart odunsu-deri kapanış daha güzel işlenebilirmiş. Kullanılan deride biraz yapaylık hissettim. Pek bana göre değil sonları.


L'Eau Neuve, 2000'li yıllardan 1900'lü yıllara mesaj adeta. Bir nostaljinin canlandırılması mı dersiniz yoksa tarihi binanın restore edilmesi mi dersiniz bilemem. Fakat başlangıcı dışında çok sevdiğimi söyleyemem. Zaten bu kadar meşe yosunu benim için fazla. Meşe yosununun ortaya çıkardığı eskilik hissini de bünyem yeterince kaldıramıyor. Kendimi eski dönemlerde yaşayan ve modern dünyaya ayak uyduramayan, ruhen araftaki kişiler gibi hissettiriyor.

Sonuç olarak belirli bir kalitenin üzerindeki kokusu bu tür aromatik şipre sevenlerin oldukça ilgisini çekecektir. Erkeksi yönünü özellikle vurgulamak isterim. Aristokrat, centilmenler kulübünün bir üyesi için tasarlanmış sanki L'Eau Neuve. Fakat enteresan şekilde bazı kaynaklarda kadın parfümü olarak gösterilmiş. Bence oldukça erkeksi yapısı var.

Lubin'in niş marka olduğunu ve parfümlerinin yüksek fiyatlara satıldığını hatırlatayım. Parfümün yeniden tasarımını Lucien Ferrero isimli burun yapmış. Dört mevsim kullanılabilecek gibi. Üst yaş gruplarını hedefliyor. 30 hatta 35 yaşın üzerindeki erkeklere tavsiye ederim.


Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantsop.com sitesine teşekkür ederim.

Artıları:
+ Başlangıcı nefis.
+ Kaliteli ve rafine.

Eksileri:
- Sonlarını çok sevemedim.
- Fark ediliği zayıf.
- Fiyatı yüksek ve her yerde bulmak mümkün değil.

Koku Güzelliği:10/6.5