16 Şubat 2012 Perşembe

Paco Rabanne - 1 Million (2008)


Paco Rabanne - 1 Million (2008) Markanın popüler parfümlerinden.

Ortaokulda yada lisede popüler erkekler yada kızlar vardır. Etraflarında bir sürü arkadaşları olan hani. Herkes onlara yakın olmak ister. Onların bir sözleri neredeyse emir olarak algılanır. Onlar nereye gitseler orası değerli olur. Yada nerede otursalar orası kıymete biner. Birçok kişi sınıfta onların yanına oturmak ister. Ve daha neler..

Lise yıllarıma geri dönmeyi pek düşünmüyorum. Ama yukarıdaki bahsettiğim duyguları birçoğumuz yaşamışızdır. Benim asıl merak ettiğim o popüler çocukların ileride nasıl bir hayatları olduğu. İş hayatına atılıp hayatın gerçekleri ile yüzleştikleri zaman, etraflarında hiç kimsenin olmadığını gördüklerinde acaba ne düşünürler. Belki de hayal kırıklığı…

Ben 1 Million'ı okuldaki popüler çocuklara benzetiyorum. İlk çıktığından beri çok satan ve ismi çok geçen bir parfüm karşımızda. 1 Million, Paco Rabanne’nin diğer çok satan modeli Black XS’in pabucunu dama atmış gibi görünüyor. Bende daha önceki incelememi yeniden yazmayı uygun gördüm. Yani bir anlamda kapsamlı bir güncelleme yapmış oluyorum 1 Million ile ilgili.

Öncelikle ilginç şişesinden başlamak gerek. Çünkü parfümün kokusu kadar ilgi çekiyor şişesi. Anlaşıldığı üzere külçe altına benzetilen şişe bize parfümün kokusu ile ilgili de küçük bir ipucu veriyor. 1 Million özellikle başlangıcında oldukça metalik kokan bir turunçgil ile size merhaba diyor. Bana nedense hep şişesini hatırlatıyor bu durum.


1 Million odunsu baharatlı olarak sınıflandırılmış. İlk sıkıldığında oldukça tatlı bir portakal sizi karşılıyor. Resmi olarak açıklanan üst notalarında greyfurt ve portakal var. Fakat burada çok doğal bir portakal kokusu yerine daha metalik bir halde karşımıza çıkıyor. Yine de başlangıcı gayet güzel. Zaten parfümün bu kadar başarılı olmasını daha ilk saniyelerde anlıyorsunuz. Orta notalara gelindiğinde tatlı baharatlar devreye giriyor. Muhtemelen tarçın. Tabiki başlangıçtaki o portakal hissi hala var bu kısımda. Bir süre sonra tatlı baharatlara oldukça yapay deri notası ekleniyor. Bu yapay deri kullanımına rağmen orta notalar hala sevilebilir. Alt notalar ise parfümün en hoşlanmadığım kısmı. Yapay deri kokusuna başarısız bir sedir ve amber ekleniyor. Yapaylık artık iyice rahatsız edici oluyor ne yazık ki. Keşke sonları daha iyi olabilseymiş. Yani özetle: Metalik tatlı turunçgil, tatlı baharatlar, tatlı deri diyebiliriz.

Şu bir gerçek ki Paco Rabanne’nin amacı bir sanat eseri yaratmak değil. Yada parfüm dünyasında tabular yıkmakla falan ilgilenmiyorlar. Bence amaçları çok iyi satış rakamlarına ulaşabilecek, herkesin sevebileceği, popüler olma ihtimali yüksek, modern bir parfüm yaratmak. 1 Million’un başarısından anlıyoruz ki bu amaçlarına ulaşmışlar. Bugün dışarıya çıkıp sokaktan geçen on kişiye koklatsak yüksek bir oranda insanlar beğeneceklerdir. Yani bence günümüzün modern ve güvenli parfümlerinin başında geliyor 1 Million. Anlaşılan Paco Rabanne popüler rakiplerine 1 Million ile cevap vermiş gibi görünüyor. Fakat benim gibi her zaman çok daha iyisini arayan birisi için yeterli mi? Tabiki hayır.


Efendim bu parfüm 18-30 yaş arası erkeklerin en sevdikleri kokulardan birisi muhtemelen. Hiç kimseye de niye seviyorsun diyerek ukalalık edemeyiz. Herkesin seçimleri kendi beğenileri doğrultusunda olacaktır. Fakat ben hiç bir zaman 1 Million alıp kullanacağımı düşünmüyorum. Zaten aldığım bir şişesini çok geçmeden elimden çıkarttım. Neden mi?

Bir kere bir parfümü çoğu kişinin sevmesi, kokusunun modern parfüm tredlerine uyması benim pek umurumda olan şeyler değil. Çok satan parfümlerin çok iyi parfümler olmadıklarını da gayet iyi biliyorum. 1 Million bence biraz fazla tatlı bir kokuya sahip. Evet biraz tatlılık fena olmaz parfümlerde ama burada ipin ucu kaçmış sanki. Bu şekerli his bir süre sonra beni baymaya başlıyor. Ayrıca eşsiz, benzersiz bir kokusu yok. Uzun süreli kullanımlarda sıkılıyorsunuz. Ayrıca orta notalardan itibaren başlayan yapaylık hoşuma gitmedi. Mesela Bulgari – Black’de de var yapay bir deri kullanımı. Ama orada öylesine ustaca vanilya ile harmanlanmış ki insan hayran oluyor. Burada o özen gösterilmemiş.


1 Million tamamen kötü bir parfüm değil bence. O kadar da abartmamak lazım. Hatta başlangıcı ve orta notalarındaki tatlı baharatlar gayet hoş. Ama muhteşem de değil. Özellikle gece kulüplerinde yada popüler mekanlara gittiğinizde büyük ihtimal bu kokuyu etrafınızdaki birçok kişiden duyacaksınız. Yine de benim için yeterli değil.

Parfümün açıklanan üç tasarımcısı ise şunlar: Michel Girard, Olivier Pescheux ve Christophe Raynauld. Bu parfüm gerek şişesiyle, gerek pazarlama faaliyetleri, gerek kokusu ile tam bir konsept olarak insanlara sunulmuş ve gördüğüm kadarıyla da başarılı olmuş.

1 Million’un kalıcılığı bir EDT’ye göre etkileyici. Parfümün artılarından birisi kalıcılık. Farkedilirliği de başlarda gayet iyi. Bu iki kriter başarılı diyebilirim. Sonbahar-kış kullanımına daha uygun. Yazın kullanmak boğucu olabilir. 30 yaş ve altındaki erkeklere daha çok yakışacaktır. Genç, enerjik ve dinamik bir tarzı var.

Artıları:
+ Başlangıcındaki modern portakal kullanımı güzel.
+ Bir çok kişinin sevebileceği tarzıyla bolca övgüler alabilirsiniz.
+ Kalıcılığı fena değil.

Eksileri:
- Sonlara doğru ortaya çıkan yapaylık hiç hoşuma gitmedi.
- Çok popüler olduğu için bir çok kişi ile pişti olma durumunuz var.

Koku Güzelliği:10/7

13 Şubat 2012 Pazartesi

Serge Lutens – Fille en Aiguilles (2009)


Serge Lutens – Fille en Aiguilles (2009) Markanın başarılı parfümü.

Son yazılarımı takip eden değerli okuyucular artık sadece parfümlerden değil, onları oluşturan olaylardan, geri planlarından da bahsettiğimi farkedeceklerdir. Parfüm merakı blogunun kuru kuru parfüm yorumları yapılan bir yer olmasını istemiyorum açıkçası. Zaman zaman tarihten, sinemadan, edebiyattan bahsediyorum. Yani şu parfüm vanilya kokar, bu parfüm çiçek kokar demekten ziyade, biraz daha içimden gelenleri yazmaya çalışacağım.

Daha önce bahsettim mi hatırlamıyorum ama yabancıların “koku hafizası” dedikleri bir olgu var. Yani bir anlamda zihnimizde kokuların nerede durduğu, bize ne hissettirdikleri yada hayatımızın ilerleyen safhalarına nasıl etki edeceği. Koku hafızamız genellikle çocukluk çağımızda şekillenmeye başlar. Biz küçükken etrafımızda duyduğumuz kokular, gelecekte kullanacağımız parfümleri seçmemizde belki de en önemli gösterge olacak. Çünkü çocuk beyni müthiş bir bilgisayar gibi etrafındaki her olayı, sesi, kokuyu ve görüntüyü kaydediyor. Bu kayıtlar muhtemelen hayatımızın sonraki bölümlerini şekillendiriyor.

Mesela çocukken annemizin pişirdiği ve kokusu bütün eve yayılan zencefilli kekler, hasta olduğumuzda babamızın bize zorla içirdiği öksürük şurupları, dedemizin camiye giderken sakallarına sürdüğü hacı yağları, teyzemizin yaptığı nefis aşureler. Anadolu topraklarının bu zenginlikleri aslında bizim için büyük bir şans. Bir tarafımızın doğu kültürleri ile olan güçlü bağları bu coğrafyada onlarca çeşit baharat ve farklı kokularla tanışmamızı sağlıyor. Cumhuriyet döneminden itibaren ise Batı medeniyeti ile kurmaya çalıştığımız ilişkilerin karşılığında ise o taraftan etkileniyoruz. Yani tam da olması gerektiği gibi. Burada eleştirilecek hiçbir şey yok bana göre.


Şu bir gerçek ki duyu organlarımızın her biri çok önemli ve hayati. Burun ise önemsizmiş gibi görünebilir. Fakat insanın hayatı, doğayı ve etrafındaki dünyayı tanımasında çok önemli bir araç. Artık doğadan kopmuş durumda olan insan, şehirlere yığılmış durumda. Yüksek katlı apartmanlarda sıkış tıkış yaşıyor. Ne doğru dürüst bir ağaç görebiliyor ne de toprağın insanı rahatlatan kokusunu duyabiliyor. Sahi parfüm üreticilerinin son yıllarda toprak kokan parfümler üretmeye çalışmalarını ne ile açıklayabiliriz? Tesadüf mü? Hiç sanmıyorum.

İnsan doğadan ne kadar koparsa o kadar yalnızlaşıyor aslında. Daha hüzünlü oluyor, sinirleniyor, kendisini çıkmazda hissediyor. Ankara’da hayatının bir bölümünü geçirmiş birisi olarak “Büyük Şehirlerin” aslında “Yalnız Şehirler” olduklarını farkediyorsunuz. Yolda yürürken yanınızdan geçen binlerce insanda en az sizin kadar yalnız. Modern insanın çaresizliği mi dersiniz, yoksa şehir hayatının çıkmazı mı? Cevabı her ne olursa olsun beton blokların arasında yetişen ve büyüyen zamane çocuklarına üzülüyorum.

Tam da bu duygular içindeyken bana doğanın o eşsiz ve sınırsız kokularının kapısı açan bir parfümle karşılaşıyorum. Benim için “niche” parfüm dünyasının en önemli isminden geliyor bu eşsiz koku. Serge Lutens bir kez daha beni mutlu etmeyi başarıyor. İçimdeki gizli kalmış duyguları açığa çıkarıyor. Beni çocukluğuma döndürüyor.


Markanın 2009 yılında çıkardığı Fille en Aiguilles, Lutens’in “Black Collection” serisinin bir üyesi. Bu seri 2011 yılı sonu itibariyle altı parfümden oluşuyor. Parfümümüz odunsu oryantal olarak sınıflandırılmış. Artık geçeyim parfümle ilgili detaylara.

Fille en Aiguilles’in başlangıcı keskin ve koyu bir ağaç reçinesi ile gerçekleşiyor. Evet ormandaki çam ağaçlarının gövdelerinin üzerindeki o reçine aynen burada. Hemde çok gerçekçi bir şekilde. Yani çok farklı bir açılışı var. Ne öyle uyduruk bir turunçgil ne de çiçekler gibi üst nota uygulamalarına rastlanmıyor. Çok ilginç. Çok başarılı. Üst notalar benden rahatlıkla geçer not alıyor.

Orta notalar ise tam bir Serge Lutens klasiği sanki. Başlangıçtaki ağaç reçinesine bu sefer tatlı, kuru meyveler ve tatlı baharatlar ekleniyor. Bu kısım adeta şölen gibi. Parfümün en detaylı ve zengin yeri burası. Nefis bir kokusu var orta notaların. Tatlı meyveler ile reçine o kadar güzel harmanlanmış ki sevmemek elde değil. Koklamaya doyamıyorsunuz. Benden tam puan bu bölüme.


Durun daha bitmedi. Serge Lutens sizi öyle kolay bırakır mı? Alt notaları ise benim için çok şaşırtıcı. Orta notalardaki o zengin, derin, karanlık, gösterişli kokudan eser kalmıyor. Son kısımda çok sade bir tütsü-çam ağacı kokusu ile devam ediyor. Fakat bu kısımda parfümün farkedilirliği oldukça düşüyor.

Fille en Aiguilles İngilizceye “Girl in Needles” olarak çevrilmiş. Fransızca bilmediğim için çevirisini tam yapamayacağım. Fakat buradaki “Needle” sanırım “çam iğneleri” anlamında kullanılmış. Zaten parfümün genel yapısı odunsu-çamsı-reçinemsi bir tarzda. Dediğim gibi yanılıyor da olabilirim.


Parfümümüz anlaşılacağı üzere ağaçsı/odunsu bir yapıda. Reçine ve ahşap kokusu her zaman geri planda kendisini hissettiriyor. Tatlı, derin kırmızı meyveler ise bana markanın diğer parfümü “Chergui’yi hatırlattı. Sanırım Serge Lutens bu tür bir meyve kullanımını seviyor. İyiki de öyle yapıyor. Çünkü benim de çok sevdiğim bir tarz bu.

Fille en Aiguilles bana biraz “Ambre Sultan”'daki o odunsu, reçinemsi gizemli hissi de çağrıştıryor. Bu anlamda denediğim Lutens'ler genellkle birbirlerini andırıyorlar. Derin, karanlık, benzersiz, baharatlı, tatlı kırımızı meyveler. Biraz da reçine rahiyası. Bu üç parfüm çok benzemeselerde bende yakın hisler uyandırıyorlar. Fakat Fille en Aiguilles daha hüzünlü ve dramatik bir yerde duruyor.        

Biraz daha detaya inmem gerekirse, çam kokulu bir tütsüye derin ve karanlık tatlı kırmızı meyveler ekleyin. İşte Filli en Aiguilles böyle. Bu anlamda hafiften bir Gucci Pour Homme esintisi hissedilmiyor değil. Onun daha meyveli ve dumanlı halini düşünün. Tabiki Gucci Pour Homme'un çok daha kaliteli ve sofistike halini. Fille en Aiguilles’in eleştirebileceğim tek yanı alt notaları. Biraz fazla basit ve düz. Sanırım bu bilinçli bir seçim. Yine de daha ilginç ve zengin olabilirmiş. 

Fille en Aiguilles bana Amerikan filmlerinde gördüğümüz karlar içindeki dağ evlerini hatırlatıyor. Çam ormanının içinde tamamen ahşaptan yapılmış bir ev. Dışarıda hafif bir kar yağıyor. Şöminenin karşısına geçip kitabınızı okuyorsunuz. Yanan odunların çıtırtısı ve hafif dumanı, evin duvarlarında kullanılan ağaçlar ile birleşiyor. Meyve hissi daha çok olan kaliteli bir kırmızı şarap içiyorsunuz. Daha ne isteyebilirsiniz ki?


Şimdi de İskoçya’dayız. Başrolünü Mel Gibson’un oynadığı ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden kabul edilen Braveheart’ın çekildiği ormanlardayız. Doğanın bütün güzelliklerini sergilediği bu müthiş coğrafyada dolaşıyoruz. Sanki etrafımızı filmden çıkıp gelmiş askerler saracak. Bir kez daha tabiatın o inanılmaz güzelliklerine hayran oluyoruz. Etraftan gelen o mis gibi ağaç reçinesi ve çam kozalakları kokuları bizi kendimizden geçiriyor.


Fille en Aiguilles EDP (Eau de Parfum) konsantrasyonunda. Bu durum tabiki kalıcılığına olumlu etki yapmış. Fakat farkedilirliği markanın diğer modelleri Ambre Sultan ve Chergui kadar yüksek değil. Daha dingin bir yapıda. Çok saldırgan değil. Zaten böylesi ağaç-orman temalı rahatlatan ve yatıştırıcı bir parfümün fark edilirliğinin yükesk olmaması doğru bir seçim. Sonbahar-kış mevsiminde kullanmak uygun olacaktır. Unisex olarak piyasaya sürülse de içeriğindeki yoğun odunsu notalar ibreyi biraz daha erkek kullanımına çeviriyor. Maestro Serge Lutens’den yine müthiş bir eser. Tavsiye ederim.  

Artıları:
+ Başlangıcındaki ağaç reçinesi/çam kozalağı teması gayet başarılı.
+ Orta notaları müthiş. Sırf bu kısım için bile alınabilir.
+ Kalıcılığı gayet iyi.

Eksileri:
- Alt notaları biraz fazla düz, durağan ve sade.
- Farkedilirliği alt notalara gelindiğinde epey azalıyor.
- Fiyatı yüksek. Heryerde bulmak da zor. Özellikle ülkemizde.

Koku Güzelliği:10/8.5   Kalıcılık:10/8   Farkedilirlik:10/6

10 Şubat 2012 Cuma

Dolce & Gabbana – The One For Men (2008)


Dolce & Gabbana – The One For Men (2008)  Markanın popüler erkek parfümü.

Bir süredir blogumu yenileme çalışmaları yapıyorum. “Tebdil-i blogda ferahlık vardır” diyerek işe giriştim. Hem daha derli toplu olması bakımından hem de daha kolay okunur olabilmesi anlamında. Ayrıca sizlerden gelen önerileri de değerlendirmeyi düşünüyorum. Mesela ilerleyen günlerde “En sevdiğim ve sevmediğim 10 parfüm” listesi hazırlamaya karar verdim. Gerçi yazdıklarımdan az çok belli oluyordur neyi sevip neyi sevmediğim. Fakat biraz çalışmam gerek o iş için.

Blogumu sürekli takip edenler bazı eski yazılarımın yerinde olmadıklarını farkedip bana mesaj atıyorlar. Evet oldukça eski tarihli olan bu yazıların bir çoğunu yeterli bulmadığım için kaldırdım. Biraz fazla yüzeysel olduklarını farkettim. Ayrıca yine eskiden incelediğim parfümler hakkında yeniden yazıp, onları güncelleyeceğim fırsat oldukça. Zaten bugün de böyle bir güncelleme yazısı var. Daha doğrusu yeniden yazım.

Uzun zaman önce bir kaç kere deneyip hakkında çiziktirdiğim Dolce & Gabbana’nın popüler parfümü The One For Men’in incelemesini yeniden yazmak istedim. Yani bu inceleme bir güncelleme değil tamamen yeni şartlarda yazılmıştır. Aradan geçen onca zamana ve tecrübe ettiğim onlarca kokudan sonra bakalım The One For Men ile ilgili düşüncelerimde nasıl değişiklikler olmuş.

Parfümümüz, markanın iki kurucusundan biri olan Stefano Gabbana’nın öncülüğünde ortaya çıkarılmış. Muhtemelen 2006 yılında çıkan The One’ın kadın versiyonunun başarısı üzerine iki yıl sonra da erkek versiyonu karşımıza çıkmış diye düşünüyorum. Stefano Gabbana ise şunları söylemiş: “Baharatlı-oryantal kokuları seviyorum. Bizim marka olarak bu tarzda bir parfümümüz yoktu. The One For Men, diğer parfümlerimizden daha sıcak bir yapıda”. Yani parfümlerini “Klasik ama bayağı değil. Kadınların çok seveceği gibi bir kokusu olmalı” şeklinde tanımlıyorlar.

Artık parfüme geçmek istiyorum. Çünkü bizi asıl ilgilendiren pazarlamaya yönelik bu sözler değil, şişesinin içindeki sıvının kokusu. The One For Men odunsu-baharatlı olarak sınıflandırılmış. Çok doğru bir tanımlama olmuş diyebilirim. İlk sıkıldığında sizi hafiften tatlı bir turunçgil karşılıyor. Çok modern, canlı ve güzel. Biraz metalik ama rahatsız edici değil. Nedenini bilmiyorum ama bana Paco Rabbane – 1 Million’un başlangıcını hatırlattı. Ondan daha sakin ve başarılı diyebilirim. Bir süre sonra bu metalik turunçgil geri çekilirken devreye tatlı meyveler ve baharatlar giriyor. Açıklanan orta notalarına baktığımda kakule ve zencefil gördüm. Sanırım baharatlı his bu iki notadan geliyor. Zaten üst notalarında da greyfurt varmış. Başlangıçtaki turunçgil de böylece açığa çıkmış oldu. Tatlı, meyveli-baharatlı kombinasyona o metalik turunçgil de alttan alta destek veriyor. Yani orta notalar parfümün en zengin ve detaylı yeri anlayacağınız. Alt notalarına gelindiğinde ise baharatlar aradan çekilirken odunsu notalar kendisini gösteriyor. Muhtemelen sedir. Ve ona eşlik eden turunçgil. Fakat bu kısımda o kadar zayıflıyor ki kokusunu pek hissedemiyorsunuz. Yani özetle: Metalik bir turunçgil, tatlı meyveler, tatlı baharatlar ve odunsu notalar.


Bu parfümü anlatmak için şunları söyleyebilirim: Başlangıcı gayet güzel ve sevilesi, orta notaları fena değil, alt notaları sıkıcı ve basit. Yani ilk sıkıldığından sonuna doğru azalan bir performansı var diyebilirim. Bu durumu kokuyu ilk başlarda çok hızlı koşan ve daha sonra yorulup geride kalan atletlere benzetiyorum. Sonları biraz daha ilginç ve kaliteli olsaymış çok daha memnun olacaktım. Fakat yine de kötü bir kokusu olduğunu söylemek de insafsızlık olur. Ben kokusunu sevdim. Ama aşık olunacak kadar da bulmadım. Yani büyük boy şişesini alacağımı sanmıyorum. Alacak olanlara da saygı duyarım.   

The One For Men, bugün parfüm endüstrisinin en çok satan aktörlerinden birisi. Bunu sanırım bilmeyen yoktur. Yani karşımızda çok popüler, sevilen ve bolca kullanılan bir arkadaş var. Böylesine iyi satış rakamları yakalayan bir parfüm için gerçekten başarılı diyebilir miyiz? Yoksa işin içine başka etkenlerde giriyor mu? Yani parfüm dünyasının klasik metaforu olan “Çok satan parfüm, iyi parfüm müdür” sözü doğru mu?

Öncelikle bu parfümün neden bu kadar popüler olduğunu düşündüm. Sanırım cevabını da buldum. İlk olarak, The One günümüzün modern parfüm trendlerinin en bariz temsilcilerinden birisi. Hem başlangıcındaki turunçgil kullanımı hem de devamındaki tatlı meyveli-baharatlı kokusuyla bir çok kişinin ilgisini çekiyor muhtemelen. Özellikle son yıllarda bu tür parfümlerde bariz bir artış var. Üreticilerde pastadan pay kapmak için bu yönde kokular yaratıyorlar. Yani bu anlamda bence The One, Yves Saint Laurent – La Nuit de L’Homme ve Paco Rabanne – 1 Million’un en büyük rakibi gibi görünüyor. Bu üç örnek de popüler, modern, canlı, günlük kullanıma uyan, herkesin sevebileceği gibi tasarlanmış piyasa parfümleri. Bu üç parfümü deneyen bir çok kişi rahatlıkla kokularını sevecektir. Yani giymesi kolay tarzdalar. Tabi bu durum da onların şansını arttırıyor. Çok yaratıcı değiller, devrim yapmak gibi bir dertleri yok, benzersiz özelliklere sahip değiller, sanat eseri olduklarını iddia etmiyorlar. Bence onların tek derdi iyi satış rakamları yakalayan, herkesin sevebileceği güvenli parfümler olmak.

İkinci olarak da The One For Men’in çok başarılı bir pazarlama ile piyasaya sunulduğunu unutmayalım. Çünkü günümüzde artık medyatik olmak, sansasyon yaratmak, dikkat çekmek, yada televizyonlarda görünmek önemli. Yani çoğu zaman pazarlama faaliyetleri kokunun önüne bile geçebiliyor. Başarısız kokan bir parfüm allanıp pullanıp karşımıza çıkartılabiliyor. Onun için her zaman denemeden parfüm almama taraftarıyım.

                 Markanın pazarlama yüzü Matthew McConaughey'in yaka bağır neden dağılmış bilemiyorum :))

The One For Men’in genel kullanıcı kitlesi olarak 18-30 yaş grubu genç erkekler olduğunu düşünüyorum. Yaşı ilerlemiş erkekler için çok da iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum. Daha genç ve enerjik bir tarzı var. Sonbahar-kış kullanımı için daha uygun. Unutmadan söyleyeyim, bu parfümü kadınlar seviyorlar. Onları cezbeden bir yanı olduğunu düşünüyorum.

Kalıcılığı bir EDT için gayet yeterli. Benim tenimde 12 saatten fazla kalarak iyi bir performans gösterdi. Gelelim bu parfümün en sıkıntılı yanlarından birine. Farkedilirliği tenimde zayıf oldu. İlk sıkıldığında biraz hissedilirken 2-3 saat sonra kokusunu alamaz oldum. Keşke bu durum üzerinde biraz çalışsalarmış. Kıyafete biraz fazla sıkmak belki çözüm olabilir. Ama tendeki performansı düşük ne yazık ki.

Artıları:
+ Başlangıcındaki modern turunçgil kullanımını beğendim.
+ Orta notaları gayet güzel.
+ Herkesin sevebileceği bir yapısı var bence. Arkadaşınıza hediye olarak rahatlıkla alabilirsiniz. Beğenmeme ihtimali az olacaktır.

Eksileri:
- Alt notaları çok sıradan.
- Farkedilirliği tende zayıf kalıyor.

Koku Güzelliği:10/6.5

7 Şubat 2012 Salı

Etat Libre d’Orange – Fat Electrician (2009)


Etat Libre d’Orange – Fat Electrician (2009) Markanın unisex olarak piyasa sürülen parfümü.

Bugün çok ilginç ve farklı bir parfüm evinden bahsetmek istiyorum sizlere. Etat Libre d'Orange Fransa merkezli bir niche parfüm evi. Genel olarak sıradışı parfümler yaratmaya çalışan bir tarzları var. Ayrıca espirili ve zıpır pazarlama taktikleri de kullanıyorlar. Her parfümün kendisine ait bir amblemi var. Ve mottolarını şöyle belirlemişler:" Parfüm öldü, çok yaşa parfüm!".

Şimdi bu cümle bir çok kişiye anlamsız gelebilir. Fakat bu mottonun sanat tarihine espirili bir gönderme olduğunu şaşırarak farkettim. Bir sanat tarihçisi olarak bu konunun biraz daha derinine inmek zorunda hissediyorum kendimi. Ancak o zaman Etat Libre d'Orange parfüm evinin ne demek istediğini net olarak anlayabiliriz.

1914 yılında başlayan ve hepimizin 1. Dünya Savaşı olarak bildiği olay, aslında basit bir tarihi olgu değil. Zamanla zenginleşen ve yeni pazarlar arayan çoğunluğu Avrupa devletleri kaçınılmaz olarak bu paylaşım savaşına bütün güçleriyle girdiler. Sadece Avrupa ülkelerini değil, bu ülkelerin sömürgelerindeki savaşları da düşünürsek, dünyanın gördüğü en kapsamlı savaşlardan birisi olduğuna şüphe yok. 1914'den 1918'e kadar süren bu küresel savaş, gerek Avrupa gerekse dünya halklarının vicdanlarında çok derin yaralar açmış olması sanırım gayet doğal. Resmi rakamlara göre 8.5 milyon civarı ölü, 21 milyon civarı yaralı ve 7 milyon civarı esir bu korkunç savaşın kurbanları olarak öne çıktı. Neredeyse yerle bir olmuş Avrupa kıtasını ise sanırım söylememe gerek yok.

1916 yılında, savaşın en yoğun zamanlarında bir grup sanatçı ve entellektüel tam da yapmaları gerekeni yaptılar. Sanat tarihine "Dada" hareketi olarak geçen bu fikirsel isyan Zürih kentinde ortaya çıktı. Macar asıllı şair Tristan Tzara öncülüğündeki aydınlar, I. Dünya Savaşı'nın katliamlarına ve acılarına duyulan nefretten doğan "Dada" hareketini başlattılar. 1918 yılında ise ünlü "Dadaizmin Manifestosunu" yayınladılar. Şok etkisi yaratan taktiklerle ve alay ederek, teknolojik ilerlemeye körü körüne bağlanmanın yüzeyselliğini, Avrupa toplumunun yozlaşmasını, savaş, toplum, gelenek, din ve sanat gibi tüm yerleşik değerleri protesto etmekteydi. Madem Dada hareketinden bahsediyoruz o zaman bu etkileyici manifestodan kısa bir bölümü yayınlamak istiyorum:

"Sarkıtlar: onları her yerde aramalı, acının büyüttüğü kreşlerde, meleklerin tavşanları kadar beyaz gözlerde. Böyle doğdu DADA, bir bağımsızlık, topluluğa güvensizlik gereksiniminden. Bize bağlı olanlar özgürlüklerini korur. Hiçbir kuram tanımayız biz. Kübist ve fütürist akademilerden, o biçimsel düşünce laboratuarlarından bıktık. Para kazanmak ve kibar burjuvalara dalkavukluk etmek için mi yapılır sanat? Kafiyelerde para şıngırtısı duyuluyor, tonlamalar göbek kavisi boyunca kayıyor aşağı. Bütün sanatçı grupları, başka başka kuyrukluyıldızlara binerek sonunda bu bankaya vardı. Yastıklara gömülme, yeme içme olasılıklarına kapı açık.

Burada verimli topraklara demir atıyoruz. Burada haykırmaya hakkımız var çünkü biz ürpermeleri ve uyanışı yaşadık.

Enerjiden sarhoş olmuş hayaletleriz, umursamaz tene saplıyoruz üçdişli yabayı. Başdöndürücü yeşilliklerin tropik bolluğunda lanet selleriyiz biz, zamk ve yağmur bizim terimiz, kanıyoruz ve susuzluğu yakıyoruz, bizim kanımız güç demek."

                                                             Dadaist manifestonun afişi.

Yani Dada o ortamın çaresizliği içindeki aydınların bir çığlığıydı. Onu diğer akımlardan ayıran temel özelliği “yıkıcı” olmasıydı. Sanata, daha doğrusu alışıla gelmiş kural ve disiplinlere karşı tepki olan Dadaizm, Birinci Dünya savaşının yarattığı moral ve sosyal çöküntülerin bir sonucu olarak düşünülebilir. Sanat ve estetik duygusu olmayan Dadaistlerin mantıksız konu seçtikleri; kâğıt, tahta ve benzeri malzemelerden garip tekniklerle resim yaptıkları görülür. Çocuksu heyecanlarla, her türlü akılcılığa, Avrupa uygarlığına ve savaşa karşı bir protesto hareketidir.

                                  Dadaist akımın en ünlü ismi olan Marcel Duchamp'ın pisuvar heykeli.

Dadaizm akımının yaratıcılarının bu ismi koymakta sözlükten yararlanmaları ise ayrı bir ilginçlik. Önlerindeki ansiklopediden rastgele bir sayfa açan ve fransızcada "tahta at" anlamına gelen "Dada" kelimesiyle karşılaşan sanatçılar bu akıma Dadaizm, Dadacılık adını vermişler. Dadaizm ise kendisine "Sanat öldü, çok yaşa sanat!" diye bir motto belirlemişti.

Bu cümlenin yukarıdaki Etat Libre d'Orange'ın mottosuna ne kadar benzediği tabiki gözünüzden kaçmamıştır. ELDO markasının "Parfüm öldü, çok yaşa parfüm" diyerek, Dadacıların ünlü sözüne gönderme yaptıkları çok açık. Yani bu marka parfüm dünyasında putları yıkan, yerleşik düzene meydan okuyan hatta birazda anarşist sayılabilecek bir söylemi kabul etmiş diyebiliriz. ELDO’nun ilgimi çekmesinin nedeni işte tam bu düşünce şekli. Fakat parfümlere bu amaçla mı yaklaşıyorlar yoksa bir pazarlama taktiği mi bunun kararını parfüm severler vereceklerdir diye düşünüyorum.

Bu uzun girişten sonra artık geçelim parfümümüze. Fat Electrician odunsu oryantal olarak sınıflandırılmış. İlk sıkıldığında tam bir vanilya kokusu karşılıyor sizi. Biraz Le Male tarzında. Pudramsı ve çok güzel. Başlangıcını oldukça beğendim. Bir süre sonra vanilya geri çekilirken ortaya metalik, yapay bir tütsü benzeri koku ortaya çıkıyor. Açıklanan notalarına baktığımda tütsü görünmüyor. Sanırım bu hissi myrrh isimli reçinemsi element veriyor. Hatta ilk denediğimde biraz Gucci Pour Homme’daki o tütsü kokusuna bile benzettim. Burada daha kabe samanına yakın bir odunsu koku diyebilirim.













                    







    Soldaki Fat Electrician'ın espirili karikatürü sanırım sağdaki arkadaştan esinlenmiş :))


Hınzır ve eğlenceli bir konsepte sahip Fat Electrician. Fakat ne yazık ki çok basit yapıda bir kokusu var. Üst
notalarında vanilya ile süslenmiş reçinemsi, parlak, sentetik bir tütsü-kabe samanı kombinasyonu. Hatta bu tütsümsü koku yer yer turunçgil esintileri bile hissettiriyor. Ama ferah bir şekilde değil. Muhtemelen kullanılan ISO E Super sentetiği bu hissi veriyor. İsmindeki "elektrikçi" göndermesini anlamaya çalıştım bir süre. Eğer "elektrik nasıl kokar" diye kafa yormak gerekirse, bu parfümde yaratılan o metalik ve sentetik his belki sorumuzun cevabı olabilir. Eğer elektrik bir kokuya sahip olsaydı, Fat Electrician gibi kokardı demek istemiş olabilirler.  

Bu parfüm çok hoşuma gitti diyemem. Bir kere orta notalarından itibaren çok statik ve sıkıcı hale geliyor. Ayrıca hissedilir derecedeki yapaylık beni rahatsız etti. Evet ELDO markası genel olarak ultra-modern parfümler tasarlıyor. Yada öyle olmaya çalışıyorlar. Ama bunu yaparlarken çok daha ilginç ve yaratıcı parfümler bekliyorum onlardan. Fat Electrician ise bu beklentilerimi karşılamaktan uzak. Büyük boy şişesini denemeden almamak lazım. Pişman olabilirsiniz. Parfümün yaratıcısı Antoine Maisondieu eserini “Benzersiz ve sürpriz yapan bir kabe samanı (vetiver) kokusu” olarak tarif etmiş. Kendi sitelerinde ise “Yarı-modern bir kabe samanı kokusu” olarak değerlendirilmiş. Buradan "Şişman Elektrikçi" arkadaşlara da seslenmek istiyorum. Bu parfüm pek size göre olmayabilir :))

Fat Electrician EDP olmasının avantajını kalıcılık konusunda gösteriyor. 11-12 saat teninizde rahatlıkla hissediliyor kokusu. Farkedilirliği de fena değil diyebilirim. Unisex olarak piyasaya sunulmasına rağmen bence erkek kullanımına daha yakın. Sonbahar-kış mevsimine daha çok uyacaktır.

Artıları:
+ Başlangıcındaki vanilya kullanımı çok güzel.
+ Kalıcılığı fena değil.

Eksileri:
- Orta notalarından itibaren ortaya çıkan kokuyu pek sevmedim.
- Oldukça yapaylık barındıran kokusu hoşuma gitmedi. Sanki biraz zorlama olmuş.
- Fiyatı yüksek ve heryerde bulmak zor.

Koku Güzelliği:10/6   Kalıcılık:10/7  Farkedilirlik:10/6

4 Şubat 2012 Cumartesi

Christian Dior – Fahrenheit Absolute (2009)


Christian Dior – Fahrenheit Absolute (2009) Markanın yeni sayılabilecek erkek parfümlerinden.

Sizi küçük bir zaman yolculuğuna çıkarmama ne dersiniz? Evet elimizde bir zaman makinesi yok. Fakat bu bizim 1980’lere gitmemize engel değil tabiki.

1980’li yıllar dünyada büyük değişimlerin yaşandığı, duvarların yıkıldığı ve 2000’leri hazırlayan yıllar olarak kabul edilebilir. Müzikten modaya, sinemadan sosyolojiye, ekonomiden ülke yönetimlerine kadar bir çok alan yeniden şekillendi 1980’lerde.

İki kutuplu dünya ve soğuk savaş, hemen dibimizde yaşanan Çernobil kazası, eşcinsel haklarının batı ülkelerinde hızla kabul görmesi, bilgisayar teknolojisinin gelişmesi, MTV isimli dünyanın bugün bile en popüler müzik kanalının yayınına başlaması, Converse ayakkabılar, Madonna ve Michael Jackson’un adlarını dünyaya duyurması ve daha bir sürü gelişme.

Fakat 1980’lerin sonuna doğru dünyayı sarsan olay kuşkusuz Berlin Duvarı’nın yıkılıp iki Almanya’nın birleşmesiydi. Bu demek oluyordu ki soğuk savaşı ABD öncülüğündeki kapitalist batı dünyasının kazanmasıydı. Bence bugün ülkemizde ve dünyada yaşanan karışıklıkların hepsinin kökeninde bu olay var.

1989 yılında yıkılan Berlin Duvarı’ndan bir sene önce ise yine küçük bir devrim yaşandı diyebiliriz. Christian Dior markası Fahrenheit isimli bir parfüm piyasaya sundu. İlk önce kırmızı şişesi ve tuhaf, benzersiz kokusuyla pek birşeye benzetilemeyen bu parfüm kısa süre içinde dünyanın en bilinen ve en çok satan parfümlerinden oldu. Yaklaşık 24 yıl geçmesine rağmen hala en bilinen erkek parfümlerinden birisi olduğu açık. 2011 yılı itibariyle yazlık, limitli sürümlerini de sayarsak 7 ayrı versiyonu çıkarılmış. Bugün inceleyeceğim 2009 yılında piyasaya sürülen Absolute modeli.

Geçtiğimiz aylarda orjinal Fahenheit’i incelemiş ve koku karekteri olarak kendime hiç yakın bulmamıştım. Ya çok sevilen yada nefret edilen parfümlerden birisi bence. Ben nefret edenler tarafında yerimi almıştım. Bakalım bu yeni versiyonu Absolute nasıl.

Parfümümüz odunsu-çiçeksi-misk olarak sınıflandırılmış. Çok fazla misk hissedilmese de odunsu ve çiçeksi kısmına katılıyorum. İlk sıkıldığında orjinal Fahrenheit kokusu karşıma çıkıyor. O tuhaf çiçeksi ve motor yağı karışımı kokusunu unutmak ne mümkün. Evet Absolute’un başlangıcı Fahrenheit’a çok benziyor. Zaten isminindeki Fahrenheit kısmına mutlaka bir gönderme yapılacaktır. Fakat içimde yine de bir ürperme var. İnşallah eski versiyonuna çok benzemez diyerekten.

Neyseki orta notalarında Absolute, o garip motor yağı kokusundan kurtularak odunsu notaların hakimiyetine giriyor. Bu kısım da oldukça tatlılaşıyor. Bu durum biraz şaşırttı beni. Açıklanan notalarına baktığımda tütsü ve öd ağacı görüyorum. Demek ki bu tatlı odunsu kompozisyonu bu iki nota sağlıyor. Öd ağacı ana akım markalarda çok kullanılan bir nota değil. Daha çok niche parfümlerde karşılaşıyoruz. Burada kullanılması gerçekten ilginç. Orta notalar en sevdiğim kısım. Modern ve tatlı odunsu kokusu gayet başarılı.

Alt notalarına gelindiğinde odunsuların yerini biraz karanlık bir deri alıyor. Daha da ilginci orta notalarındaki tatlılık alt notalarında çok hissedilmiyor. Daha çok yapay, plastiğimsi bir deri diyebilirim. Hemen aklıma Bulgari – Black’deki araba lastiği benzeri deri geldi. Evet biraz benzeselerde Bulgari – Black’deki kadar ilginç ve güzel değil deri kullanımı. Düz bir deri kokusuyla tenden ayrılıyor Fahrenheit Absolute.

Absolute’un geneline baktığımda harika bir parfüm olmadığına karar verdim. Başlangıcını sevmedim, orta notalarını çok sevdim, alt notalarını ise biraz yapay buldum. Yani sırf orta notaları güzel diye alacağımı hiç sanmıyorum.    

Olumlu bulduğum yanı ise büyük abisi Fahrenheit’ın daha modernize edilmiş hali sanki. Absolute kararında eklenmiş tatlılık ile bana orjinal Fahrenheit’tan daha giyilebilir bir izlenim verdi. Absolute versiyonu biraz daha karanlık ve sonbahar-kış kullanımı için daha uygun. Yani ikisi arasında silah zoruyla bir seçim yapacak olsam tercihim kesinlikle Absolute olurdu. Fakat şunu önemle belirteyim ki eğer orjinal Fahrenheit’i seviyorsanız büyük ihtimalle Absolute’u da seveceksiniz. Buradan Fahrenheit severlere duyurmuş olayım. Kokusunu ise Dior’un bir çok parfümünü tasarlamış olan Francois Demachy yaratmış.

Kalıcılığı tenimde gayet iyi. Ertesi güne kadar kolunuzda hissedebiliyorsunuz kokusunu. Farkedilirliği çok yüksek olmadı bende. Normal seviyelerde diyebilirim. 25 yaş ve üzeri arkadaşların kullanımına daha yakın gibi. Sonbahar-kış mevsimi için uygun bir hali var.    

Artıları:
+ Orta notalarındaki tatlı odunsu kısmı gayet güzel.
+ Kalıcılığı fena değil.
+ Fahrenheit severlerin denemesinde fayda var.

Eksileri:
- Başlangıcındaki o klasik Fahrenheit kokusunu yine sevemedim.
- Alt notalarındaki deri oldukça yapay kokuyor.

Koku Güzelliği:10/6   Kalıcılık:10/7   Farkedilirlik:10/6