Serge Lutens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Serge Lutens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2013 Pazar

Serge Lutens – Arabie (2000)



Serge Lutens – Arabie (2000)  Markanın uniseks kullanıma uygun parfümü.

"Fas, bana parfüm tadı verdi. Orada koku hissi ile diğer duyuları birbirinden ayırmak çok zor. 1968 yılında Fas'a gelmeden önce beşinci hissime hiç dokunulmamıştı. Ve parfümlerden nefret ediyordum! Fas'ın aroması, yoğun bir kalabalık içinde sizin birey olmanızı sağlayan yaşam biçimi ile bağlantılıdır. Buradaki kalabalık, bir hareket, bir ses, bir kahkaha, bir oyun... Son olarak diğer hislerle birleşmiştir koku.

Arap dünyasının parfümleri zengin ama genellikle çok ağır. Ben Arap parfümlerinin köklerine sadık kalarak yeni kokular yarattım. Böylece parfüm dünyasında yeni bir yol açtım."

Niş parfüm sektörünün önemli isimlerinden Serge Lutens’in söyleşisinden kısa bir bölüm yukarıdaki satırlar. Eski Fransız sömürgeleri olan Kuzey Afrika ülkelerine seyahatleri sonucunda Fas'tan çok etkilenmiş Serge Lutens. Hatta o kadar sevmiş ki Fas'ı, orada bir ev alıp yerleşecek kadar benimsemiş o coğrafyayı. Evinin bir bölümünü parfümlerinin tasarımları için kullandığı laboratuara bile çevirmiş. Kuzey Afrika kültürünün içine girdikçe, bir parfüm sanatçısı olarak izlenim ve duygu dünyasını alt üst etmiş denilebilir. Bu etkileşimin sonucunda parfümlerinde Arap kültürünün öğelerini eklemeyi unutmamış bir ahde vefa örneği olarak.

                                                                                   Serge Lutens.

Özellikle Chergui'yi ilk denememde Serge Lutens'in ilham aldığı kaynakları ve duygu dünyasını kısmen anladım. Beni şaşkına çeviren bu parfüm, Arap kültürüne ait olduğu bilinen keskin ve yoğun baharatların müthiş bileşiminden oluşuyordu. Cami önlerinde satılan hacı yağları gibi kokmadan, nasıl Orta Doğu kültürünün ruhu verilebilir denilse, sanırım Chergui'den daha iyisi olamaz.

Bugün ise Serge Lutens koleksiyonunun yine Arap etkili eserlerinden olan Arabie'ye göz atacağım. Uzun zamandır hakkında farklı şeyler okuduğum Arabie'ye sonunda kavuştum ve tanışma şerefine nail oldum. Markanın "Fouets de Velours / Sudden Sweetness" serisine mensup Arabie, Fragrantica'da odunsu oryantal olarak sınıflandırılmış.

Parfümün açılışı modern tatlı baharatlar ve tatlı meyveler ile gerçekleşiyor. Baharatlar hafiften Chergui'yi çağrıştırıyor. Ama bire bir aynı değil tabiki. Tatlı lüks meyveler ise klasik bir Serge Lutens kullanımı. Başlangıcını sevdim Arabie'nin. Orta notalarında tatlı şık meyveler geri çekiliyor. Onun yerini ise baharatlar daha da ağırlığını arttırarak dolduruyor. Bu andan itibaren yoğun ve keskin baharatlar baş role geçiyor. Karanfil, karabiber, tarçın, zencefil, küçük hindistan cevizi. Ne ararsanız bir parça var. Adeta baharatların geçiş töreni gerçekleşiyor burnunuzda. Biraz da aromatik otlar kendisini gösteriyor. Her ne kadar biraz karmaşık olsa da yine de güzel orta notalar. Son kısımlarında baharatlar geri plana geçiyor. Bu sefer ortaya dumansı, gizemli tütsü ve odunsu notalar çıkıyor. Bu anlamda alt notalarını, markanın diğer parfümlerinden Fille en Aiguilles'e benzettim.


Arabie, genel itibariyle tatlı Lutensvari meyveler, tatlı modern baharatlar, aromatik otlar ve odunsu notalardan oluşuyor diyebilirim. Fakat baharatlar her zaman ön planda. Başlangıçta tatlı meyveler ile harmanlanmış baharatlar, orta notalarında tek başına ortaya çıkıyor. Neye benziyor acaba? Mesir macunu gibi kokuyor dersem sanırım anlaşılır orta notalar. Zaman zaman karamelize edilmiş baharatlara da benziyor. Hatta zencefilli şekerler gibi adeta. Yada reçinemsi baharatlar. Aşureye bile benzettim. Son kısım ise sanki odanızda bir tütsü yakmışsınız gibi düşünmenize sebep oluyor. Dumansı-odunsu alt notalar ilgi çekici. Sandal ağacı mı desem, çam esintileri mi desem. Karar veremedim.

Meyveler ne olabilir? Portakal, mandalina, şeftali, hurma yada incir olabilir. Tatlı meyveler bence Fille en Aiguilles'teki kadar rafine ve güzel kullanılmamış. Yine de başarılı. Baharatlar ise biraz yoğun ve karışık olmuş. Çok pürüzsüz ve rafine olmasa da lezzetli. Bazen plastiğimsi bir yapaylık barındıran baharatlar fazla dolu dolu diyebilirim. Bazı yorumcuların ilaç gibi koktuğunu söyledikleri Arabie'deki yapaylık beni biraz rahatsız etti. Daha çok uyumsuz ve köşeli diyebilirim. Yumuşacık ve pürüzsüz bir kokuya sahip değil. Zaman zaman rahatsız edici. Bu anlamda Chergui kadar etkileyici değil Arabie. Ama en az onun kadar zengin, derin, detaylı, çoşkulu, çarpıcı ve parlak. Kullanması zor bir kokusu olduğunu belirtmem gerek. Onun için denemeden almak riskli olabilir.


İşte Arabie'nin bana düşündürdükleri:

"2013 yılının mart ayı başlarına denk gelen bu yeni tanışma farklı bir yolculuğa daha çıkmamı sağladı. Evet her zaman bir yolculuğa fiziksel olarak çıkılmaz. Önemli olan ruhumuzun o bitmeyen yolculuğu değil midir? Bizi biz yapan ruhaniliğimiz değil mi? Allah'ın bize kendinden üflediği kutsallığı nasıl göz ardı edebiliriz? İnsanın "yeryüzünün en onurlu varlığı" olarak tanımlanmasını nereye koyacağız?

İster mistik bir yolculuğa çıkın, ister transandantal meditasyon yapın. İster kendinizi şaman ayinindeki rahip gibi hissedin. İster Buda'ya iman etmiş bir kul olun. İster Diyarbakır'daki bir siyasal İslamcı olun. İster Kudüs'te ağlama duvarının önünde Tevrat okuyup dua eden Yahudi olun. İster Mekke'de milyonlarca insan Kabe'nin etrafında tavaf edip, ibadetini gerçekleştirirken, o inanılmaz ve anlatılmaz duygu yoğunluğunu yaşayanlardan olun. İster kutsal kabul edilen Ganj ırmağında yıkanan ve günahlarından arınacağını düşünen bir Hintli olun. Hepimizin amacı aynı değil mi? Nereden gelip, nereye gittiğimizi merak etmiyor muyuz? Sahi niye yaşıyoruz bu dünyada? Neden gönderildik buraya? Sadece Adem ile Havva'nın yaklaşmamaları gereken yasak ağaçtan yemeleri mi asıl sebep? Yoksa bu dünyada hepimizin bir görevi mi var? O görevlerimizi tamamladıktan sonra ölüp, ruhumuzu teslim mi ediyoruz? İyi de herkesin bir rolü varsa bu dünyada acaba benim rolüm ne...?"


Eğer daracık Fas sokaklarında dolaşmak ise amacınız Arabie sizin aradığınız yardımcı olabilir. Kuzey Afrika mimarisinin gereği, kıvrımlı hafif loş bir sokakta, kendi halindeki bir baharat dükkanına girdiğinizde hangi kokuları duyacaksanız, Arabie’de size o hissi verecektir. Belki o günkü kazancı çok olmayan ve her zaman aza tamah etme terbiyesi almış, görmüş geçirmiş dükkan sahibi size ballı-zencefilli-karanfilli-kekikli çay bile ikram edebilir. Neden olmasın.

Luca Turin'in kitabında Arabie, tatlı otsu olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinden dört yıldız verilerek çok başarılı bulunmuş. Arabie’yi, Serge Lutens parfümlerinin değişmez burnu Christopher Sheldrake tasarlamış. Eau de Parfum (EDP) konsantrasyonunda. Tam bir sonbahar-kış parfümü. Uniseks olarak satışa sunulmuş olsa da sanki erkek kullanımına biraz daha yakın.

Artıları:
+ Başlangıcını sevdim.
+ Genel olarak egzotik ve ilginç bir sanat eseri.
+ Baharatlı-odunsu bir parfüm arıyorsanız tam yerindesiniz.

Eksileri:
- Biraz fazla karmaşa var kokusunda.
- Baharat kullanımı yoğun ve baş ağrısı yapacak tarzda.
- Köşeli ve hafiften uyumsuz kokusu rahatsız edici olabiliyor.
 
Koku Güzelliği:10/8

29 Ocak 2013 Salı

Serge Lutens – Muscs Koublai Khan (1998)



Serge Lutens – Muscs Koublai Khan (1998)  Markanın misk temalı ilginç parfümü.

“1260’lı yıllarda Niccolo ve Maffeo Polo kardeşler benzerine az rastlanır bir seyahate çıkacaklardı. Venedikli olan iki kardeş İstanbul, Sudak ve Moğol İmparatorluğu'nun batı kısmında ticaret anlaşmaları yapmışlardı. Mücevherat, ipek ve diğer kıymetli eşya ticareti yapan kardeşler, kendilerine yeni fırsatlar arıyorlardı. Venedik’ten kalkıp Rusya’ya kadar gittiler. Tam geri dönecekleri sırada Çin’de imparator olan Kubilay Han’ın özel delegeleri ile karşılaştılar. İtalya’ya dönmek yerine delegelerle birlikte Çin’e gitmeye karar verdiler. İmparatorluğun başkenti Pekin’de Kubilay Han tarafından çok iyi bir şekilde ağırlandılar. Birkaç yıl burada kalan iki kardeş, daha sonra Venedik’e geri döndü.

Bu seyahatten iki yıl sonra Polo kardeşler bu sefer Papa IX. Gregorius’un mektubunu Çin İmparatoru Kubilay Han’a götürmek için yola çıkacaklardı. Niccolo Polo, bu uzun seyahate oğlu Marco Polo’yu da götürmeye karar verdi. Genç Marco Polo, henüz 17 yaşındayken çıkacağı 2-3 yıl sürecek zorlu yolculuk nedeniyle heyecanlıydı. Rivayete göre Venedik’ten çıkıp önce İskenderun’a geldiler. Buradan deniz yolunun güvenli olmadığını düşünerek, bugünkü Türkiye sınırlarına paralel şekilde Doğu Anadolu üzerinden İran’a geçtiler. Asyanın çöllerini ve geçit vermez dağlarını (Pamir dağları ve Gobi çölü) aşıp Çin’e ulaştılar.


Onları yine dostane şekilde karşılayan İmparator Kubilay Han’ın, yaşına göre zeki ve bilgili Marco Polo ilgisini çekti. Genç Marco Polo İmparatorun koruması altına alındı. Burada Çince öğrenen Marco Polo, Kubilay Han’ın resmi elçisi olarak tam 17 yıl boyunca bütün doğu ülkelerini dolaştı. Daha önce hiç görmediği ve bilmediği doğu uygarlıklarının toplumsal hayatlarını en ince ayrıntısına kadar “II Milione” kitabında yazdı. Bu kitap o zamanların en önemli kitabı olarak batı dünyasına ışık tutmuştu hiç tanımadıkları doğu hakkında. Şüphesiz o dönemler doğu ülkeleri, batı medeniyetinden çok daha ileri uygarlık kurmuşlardı. Kubilay Han belki de farkında olmadan, Avrupa kıtasının, doğu ülkelerini tanımasına ve tarihin önemli dönüm noktalarından birisine vesile olmuştu. Pek kimdir Kubilay Han?

Kubilay Han, Büyük Moğol imparatorluğun, Çin kolunun kurucusudur. Çok iyi bir eğitim görmüş. Çince, Moğolca, Türkçe, Tibetçe biliyor ve bu dilleri edebiyatları ile tanıyordu. Daha genç yaşta iken edebiyata, sanata, fen bilimlerine ilgi duyuyordu. Buda dinini kabul etmişti. Fakat hiçbir zaman, din tutuculuğu yapmamış, her dinden insanlara, ülkesinde ve yönetiminde yer vermişti. Müslümanlara olduğu kadar Hıristiyanlara da hoşgörü göstermişti. Bazı Müslüman ve Türkleri, genel valiliklere ve hatta başbakanlığa atadı. Onun önem verdiği şey, insanın inancı değil, vicdanı ve yeteneği idi.


Kubilay tahta geçtikten sonra Çin’e yöneldi. Önce Moğolistan’ın başşehri olan Karakurum’u bırakıp Hanbalık’a (Pekin) yerleşti. Emrindeki kuvvetleri, Çin’in çeşitli bölgelerine saldırttı. Uzun, amansız mücadele yılları yaşadı. Çin, büyük bir ülke idi ve her adım başında tuzaklarla dolu idi. Kubilay Han yılmadı ve 1276 yılında, bütün Çin’in istilâsını tamamladı. Artık, Çin Denizi’nden Saltık Denizi’ne kadar uzanan kocaman bir imparatorluğun başında bulunuyordu.

Kubilay, Pekin saraylarına yerleşmiş bir cihangirdi ama dünyanın dört bir ucunda olup bitenleri takip ediyordu. Pekin, eski bir uygarlık merkezi idi. Büyük bir imparatorluğun merkezi uygar bir şehir olmalıydı. Burada birçok okul açtı. Hastaneler kurdu, kitaplıklar inşa ettirdi, yeni yollar açtı. Pekin’i bir ucundan öbür ucuna kesen büyük yollar, Kubilay zamanında yapılmıştı. Dünyanın ilk posta teşkilatını Pekin’de kuran Kubilay’dır. Takas vasıtası olarak bilinen altının yerine kâğıt para, ilk kez Pekin’de basıldı ve piyasaya sürüldü. Çin buluşu olan barut, Kubilay Han’ın elinde top haline getirilmiş ve ilk kez Çinlilere karşı kullanmıştı.

Kubilay Han 1294'de öldüğü zaman, dünyanın en büyük imparatorluğunu arkasında bırakmıştı. Emrindeki ülke topraklarının yüzölçümü 24 milyon kilometrekaredir. Bir başka deyişle, bugünkü Avrupa sınırlarının iki katı büyüklüğünde bir imparatorluğun başı idi. Bir ucu Çin Denizi’nde, bir ucu bugünkü Polonya sınırlarında 300 milyon insanın yaşadığı bir ülkeye hükmetmişti.”


Bu popüler bilgileri ve Marco Polo’nun hikayesini neden anlattığımı sanırım tahmin ettiniz. Dünya tarihinin böylesine önemli figürlerinden olan İmparator Kubilay Han’ın Serge Lutens’in parfümüne isim babalığı yapması beni hem heyecanlandırdı hem de merakımı kamçıladı açıkçası. Uzun zamandır en ulaşmak istediğim parfümlerden birisiydi Muscs Koublai Khan. Bu ismi Türkçeye “Kubilay Han Miski” olarak çevirebiliriz. Parfümümüz markanın kendi sitelerinde “Fouets de Velours / Sudden Sweetness” serisine üye olarak gösterilmiş. Fragrantica’da ise şipre olarak sınıflandırılmış. Artık geçelim detaylara.

Parfümün başlangıcı oldukça farklı ve hayvansal misk-civet ile gerçekleşiyor. Küçük bir şok yaşıyorum daha ilk saniyelerde. Muscs Koublai Khan’ın üst notaları çok zor. Bir süre sonra orta kısma geçiliyor. Aynı hayvansallık daha artıyor. İnanamıyorum. Bu bir rüya olmalı. Sanki hayvanlara vurulan semerlere benziyor bu koku. Yada bir atın kokusu gibi. Son kısımda ise hayansal misk oldukça azalıyor. Alttan kendisini egzotik amber göstermeye çalışıyor. Bu kısım neyseki daha sevilebilir.

Öncelikle Serge Lutens’in kendi sitesinde parfümünü kısaca nasıl tanımladığına bakalım:

“Çin İmparatoruna çamurlu botları ve diğer tüm şeyler için üstüne basmak amacıyla değerli kürkler serilirdi.

Ultra hayvansı misk ve diğer tüm yanık hayvan postu bu parfüm içerisinde heyecan verici bir sahneye çıkış sağlar. Agresif olmalarını dikkate almayın: bir kere tene değdiği zaman pençelerini geri çekip doldurulmuş patiler haline gelirler.”
 

Baştan söyleyeyim ki karşımızda normal bir parfüm yok. Bilinen parfüm kurallarını kökünden sarsmaya aday dersem abartmış olmam. Muscs Koublai Khan’ın başlangıcındaki güçlü ve sert hayvansallık inanılmaz. Pis kokan, terlemiş insan vücudu yada ölmüş hayvan cesedi. Hatta idrara bile benzetebilirsiniz. Nasıl koktuğuna sizin hayal gücünüz karar versin en iyisi. Eğer mideniz ve bünyeniz çok sağlam değilse koklarken dikkatli olun. Mide bulantısı veya kusma bile yaratabilir buradaki hayvansal misk-civet ikilisi. Algıları zorlayan, insanın psikolojisini alt üst eden, rahatsızlık veren üst notalar için daha fazla ne söyleyebilirim ki… Burnuma sahici bir yumruk yemiş gibiyim. İşin ilginci orta notalarda bu hayvansallık daha da artıp, en üst seviyeye ulaşıyor. Yurt dışında bu tür kokuların büyük bir hayran kitlesi var. Zaten birçok parfüm platformunda övüle övüle bitirilemiyor, ortalığı birbirine katıyor. Ama benim için fazla rahatsız edici. Son kısım ise bence en güzel ve kabul edilebilir tek tarafı. Buradaki amber kullanımına bayıldım.

Sanırım anlaşılmıştır ki bu parfüm görüp görebileceğiniz en uç kokuya sahip 3-5 eserden birisi. Kullanması ve sevmesi çok zor. Özellikle başlangıcındaki ve orta notalarındaki o hayvansallık herkesin harcı değil. Serge Lutens böyle bir parfümü tabiki bilinçli olarak oluşturmuş. Kubilay Han gibi güç simgesi bir ismi, Orta Asya ve Çin bozkırlarında at üzerinde hayal etmemizi istemiş olabilir.


Bu parfümü geçtiğimiz haftalarda denediğim Maison Francis Kurkdjian’ın Absolue Pour Le Soir’ine benzettim. Bence ikisinin de başlangıçları benzer şekilde hayvansal miske sahip. Fakat ilerleyen saatlerde farklı karakterlere bürünüyorlar. Muscs Koublai Khan, daha düz çizgide ilerlerken, Absolue Pour Le Soir oldukça değişiyor ve hayvansallık miktarı azalıyor. Hatta Muscs Koublai Khan’ı biraz L’Artisan Parfumeur’un tuhaf deri parfümü Dzing’e bile benzettim. Muscs Koublai Khan’da deriden ziyade misk-civet baskın olarak kullanılmış. Azıcık da Yves Saint Laurent – Kouros efektine sahip. Parfümün sonları çok olmamakla birlikte oldukça tatlı. Başları ve orta kısmında ise yoğun bir tatlılık yok. Tatlılık için muhtemelen bal kullanılmış.

Muscs Koublai Khan hiç şüphesiz parfüm sanatının en ilginç eserlerinden birisi. İtici, gaddar, vahşi, kaba, ilkel ama aynı zamanda tuhaf, erotik, biraz da pornografik. Bence tam “ya aşık ol yada nefret et” tarzında. Zıtlıkların kokusu adeta. Aslında çok kompleks yapıya sahip değil. Hatta basit bile diyebilirim. Başlangıcından alt notalarına kadar çok değişmiyor. Bir tek son kısım farklı. Eşine çok rastlanacak bir arkadaş değil. Günlük kullanıma uyar mı ondan da şüpheliyim. Başlangıcı oldukça saldırgan iken, sonlara doğru evcilleşiyor, sakinleşiyor. Bu parfümü sıkıp, dışarı çıktığınızda nasıl tepkiler alacağınızı sanırım tahmin edersiniz. Yani çok özel bir parfüm. Belki de koleksiyonerler için bulunmaz şaheser. Ama bizim gibi sıradan kişiler için çok uygun olduğunu sanmıyorum.


Muscs Koublai Khan’ın kokusuna benzer bir hissi nerede yaşayabiliriz? Uçsuz bucaksız Gobi çölünde ava çıkmışken olabilir. Belki de Mısır’daki piramitlerin etrafında turistlerin gezdirildiği deve turuna katıldığımızda burnumuza gelebilir. Yada Arizona’da çok büyük bir sığır çiftliğinde çalışırken. Belki de maceraperestler gibi her şeyini satıp, sırt çantası ile yürüyerek dünya turuna çıkan kişilerin, Himalayaların eteklerinde hayvancılık yapılan bir köyden geçerken burunlarına gelen koku da olabilir. Hatta birbirine aşık kadın ile erkeğin, tutkulu ve aşk dolu sevişmeleri sırasında bedenlerinden yayılan hormonlar yada kimyasallar bile olabilir. Ama bu parfüm İstanbul’daki İstiklal Caddesinde, Ankara’daki Sakarya Caddesinde yada İzmir – Kordon’da yürüyüşe çıkarken kullanılabilecek bir yapıda değil. Bence “Özel parfümler, özel yerlerde kullanılmalı.”

Bu parfümü kimler mi kullanır. Hemen hayal gücümüze başvuralım. Mesela Barbar Conan’a çok yakışacaktır. Yada Amerikan tarihinin ilginç kişiliklerinden olan bizon avcısı Buffalo Bill. Belki de meşhur kamçısı ile maceradan maceraya koşan arkeolog İndiana Jones. Hatta yeni nesil oyun karakteri Lara Croft bile kullanabilir. Boğa güreşçisi İspanyol bir matadora uymaz mı? Neden olmasın.

                                               Bu arkadaşa ne kadar da yakışırdı Muscs Koublai Khan :))

Luca Turin’in kitabında bu parfüm hayvanca misk olarak sınıflandırılmış. Ayrıca “En iyi tuhaf parfüm” olarak seçilmiş ve beş üzerinden dört yıldız verilmiş. Ve şunlar yazılmış:

“Diğer hiç bir parfüm bu güçlü hayvansı panzehir kadar miske yakın olamaz, buna rağmen modası geçmiş ve uygunsuz doğal misk ile renklendirilmiş de değildir. Muscs Koublai Khan ile ilgili "bir haftadır suya dokunmamış deve sürücüsünün koltukaltı" şeklindeki yorumları okuduktan hemen sonra endişelenmekten vazgeçip bu bombayı sevmeye karar verdim. Koku aynı ama kabusum bitti. Bu parfüm kayıp dünyanın şömineli saraylarında bir fantezi, iki kişinin bir yorgan altında duygusal/yoğun, uykulu sıcaklığı. Misk kedisinin ve kunduz yağının rahat, sıcak hayvan kokusu, dumansı balsam ve güçlü sentetik miskler size sevgilinizi vahşi kürklerin içinde düşünmeniz imkanını verir. Kağıt üzerinde bir parça ürkütücü olsa da tende samimi, yanık balmumunun arkaik kokusu; Coledridge'in "Han" adlı şiirindeki mısrası daha ikna edici olabilir- "bal çiy yedi ve Cennetin sütünü içti."     

Muscs Koublai Khan, Eau de Parfum (EDP) konsantrasyonunda. Parfümün tasarımını ünlü burun Christopher Sheldrake yapmış. Uniseks olarak sunulsa da erkek kullanımına daha yakın. Bir kadında nasıl durur bu koku düşünemiyorum. Tam bir sonbahar-kış parfümü. Parfüm konusunda fazla deneyimi olmayan, yaşı genç arkadaşlara tavsiye etmem. Bence bu parfüm için acele etmeyin.

Artıları:
+ Sonlarındaki amberi çok beğendim.
+ Parfüm sanatının uç örneklerinden birisi.
+ Size yaşattığı macera duygusu anlatılmaz.

Eksileri:
- Biliyorum karakteri böyle ama bu koku nasıl sevilir bilemiyorum.
- Herkesin sevemeyeceği, giymesi çok zor bir parfüm. Denemeden sakın almayın.
- Oldukça yüksek fiyata sahip.

Koku Güzelliği:10/6.5

25 Aralık 2012 Salı

Serge Lutens – Borneo 1834 (2005)



Serge Lutens – Borneo 1834 (2005)  Markanın uniseks olarak sunulan parfümü.

Her ne kadar lisans eğitimimi tarih alanında yapmasam da özellikle yakın dönem Avrupa tarihine meraklıyım diyebilirim. Çünkü günümüzde yaşadığımız ve dünyayı şekillendiren olayların tamamının sebeplerini yakın tarihte bulabiliriz. Sadece bulmak da yetmez. Olayları inceleyip, analizini de yapmalıyız. Ancak bu şekilde anlamlı sonuçlara ulaşabiliriz.

Rönesans ve reform hareketleri, pusulanın keşfi, uzun yolculuklara dayanıklı gemilerin yapılması ile Avrupa devletlerinin dünyaya açılmaları, yeni sömürge alanları aramaları yakın dönem tarihinin kırılma noktaları diyebiliriz. Yeni bulunan kıtalar ve coğrafi keşifler, Avrupa ülkelerinin buraları sömürgeler haline getirmeleri ile sonuçlanmıştı. Bu bakir ve el değmemiş coğrafyalardan Avrupa’ya akan değerli madenler (altın, gümüş, bakır, bronz), ipek, baharatlar büyük bir zenginleşme ve sermaye birikimi meydana getiriyordu. Avrupa artık kabına sığmıyordu. Şu bir gerçek ki on dokuzuncu yüzyıl, Avrupa kıtasının çok öne çıktığı bir zaman dilimiydi.

Bu zenginleşmeyle birlikte dünya ticareti Avrupalı ülkelerin eline geçmeye başlamış ve özellikle Güney Doğu Asya ile yoğunlaşmıştır. 1800’lü yılların başında Asya’dan Avrupa kıtasına bir çok ticaret malı geliyordu. Bunların en önemlileri ise ipek, şal, halı ve kilimlerdi. Daha önce bu kadar yüksek kaliteli tekstil ürünleri ile karşılaşmayan Avrupa aristokrasisi tarafından adeta kapışılıyordu ipek. 1834 yılında ise rastgele gelişen ilginç olay, dünya parfüm endüstrisinin de dönüm noktalarından birisi olacaktı.

Ticaret yapmak amacıyla Doğu Hindistan taraflarına giden Avrupalı gemiciler, buralardan aldıkları yüksek kaliteli ipekleri, zengin müşterilere satmak için geri dönüş yapıyorlardı. Fakat ortada büyük bir sorun vardı. Bu değerli kumaşlar uzun gemi yolculukları sırasında, rutubetli gemi depolarında güveler ve diğer haşereler tarafından yenilip, kullanılamaz hale geliyordu. Bu soruna Asyalılar basit bir çözüm buldular. Uzun yıllardır bildikleri ve kullandıkları bir bitki olan paçuli (silhat/tefarik) sorunu halledivermişti. İpek, kaşmir, halı, kilim gibi ürünlerin içlerine paçuli yaprakları koyuyorlar yada paçuli yağı sürüyorlardı. Hatta bu sebeple İngiltere’de paçuli kokmayan şal, halı, kilimler yerli üretim oldukları gerekçesiyle ciddiye alınmaz, muhakkak paçuli kokan Asya kumaşları tercih edilirdi.

                                                                            Paçuli yaprakları.

Paçuli yağı keskin, tuhaf kokusu ile böcek ve haşereleri kumaşlardan uzak tutuyordu. İşin ilginç kısmına gelelim. Avrupa kıtası paçuli bitkisi ve paçuli kokusu ile ilk defa bu şekilde tanışmış oldu. Bugün bir çok parfümde sabitleyici olarak kullanılan paçulinin kokusu tozlu, küflü ve sevmesi zor diyebilirim.

“İyi de bu bilgileri bize neden verdin Parfüm Merakı” derseniz cevabı sanırım anladınız. Çünkü bugün inceleyeceğim Serge Lutens parfümü, 1834 yılında Avrupa kıtası ile ilk defa buluşan paçuliye bir gönderme. Zaten kokusu ağırlıklı olarak paçuli etkisi altında Borneo 1834’ün.

Uzun zamandır merak ettiğim parfümlerden birisiydi Borneo 1834. Yurt dışı kaynaklı parfüm platformlarında hakkında çokça konuşulan, övgüler yağdırılan, tavsiye edilen bir arkadaş. Anlaşılacağı üzere bu durum benim merakımı biraz daha kamçıladı. Serge Lutens markasına özel ilgimin de olduğunu düşünürsek, mutlaka denemem gereken parfümlerden birisiydi Borneo 1834. Ve yine şanslıyım ki bu parfümü buldum ve kullanıyorum.


Parfümümüz markanın resmi sitesinde “La Peau du Bois / A Touch of Wood” serisinin bir üyesi olarak lanse edilmiş. Fragrantica’da ise odunsu oryantal olarak sınıflandırılmış. Borneo 1834’ün başlangıcı anlatması zor bir koku ile gerçekleşiyor. Hemen karar vermek istemiyorum. Bekliyorum. Orta notalara geçene kadar düşünüyorum. Neye benziyor, neye benziyor… Sanırım hiçbir fikrim yok. Parfümün üst notaları karanlık sayılabilecek bir yapıda. Zihnimde eşleştirebildiğim tek benzer koku ıslak veya rutubetli bir tütün. Ama tütün ne resmi açıklanan notalarında var, ne de parfüm hakkında yazılanlarda mevcut değil. Belki kakule. Yada kafur. İsim koymak zor. Üst notalar benim için gizemini koruyor. Şimdiye kadar rastladığım bir koku değil. Fakat hoşuma gittiğini söyleyemem.

Bir süre sonra orta notalara geçiliyor. İşte karşılaşma şerefine nail oluyorum paçuliyle. Malum Borneo 1834 bir paçuli parfümü. En azından bize öyle sunuluyor. Buradaki paçuli oldukça tozlu hatta kirli bile diyebilirim. Çok alışık olunmayan bir kullanım. Thierry Mugler – A Men’deki gibi bol tatlılık barındıran bir paçuli değil. Gayet efendi, ciddi, resmi. Tatlılık neredeyse yok. Hatta küflü bir his bile veriyor zaman zaman. Sanki küflenmeye yüz tutmuş bir ağaç gibi. Açıkçası paçuli kokusu ile aram çok iyi değil. Fakat buradaki kullanımı başarılı.


Son kısımda ise benim için bomba patlıyor. Kocaman bir sürpriz var. Orta kısımdaki tozlu-küflü paçuli neredeyse kayboluyor. Onun yerine oldukça tatlımsı bir paçuli, neredeyse hayvansal bir vanilya (tuhaf bir şekilde Guerlain – Jicky’e benzettim.), karamelize edilmiş ve yumuşatılmış bir kakao geliyor. Aman Allah’ım. Ne harika, ne enfes bir kapanış. Bu parfümü birçok kişinin çikolata ile özdeşleştirmesini şimdi anlıyorum. Fakat buradaki çikolatamsı his, çok rafine, saygılı, asla zıpır değil. Kendinden emin ve lüks. Rahatlıkla söyleyebilirim ki parfümün en güzel yeri alt notalar benim için.

Serge Lutens – Christopher Sheldrake parfümü olan Borneo 1834’ü değerlendirmek için bir kere denemek asla yeterli olmaz. Bizi yanlış yollara sürükleyebilir. Onun için bu parfümü incelerken her şeyimle ona konsantre oldum. Aklıma yazmaya çalıştım. Zihnimi ona açtım. Ve farklı denemelerim sonucunda ilginç bir durumla karşılaştım.           

İlk denememde gerek başlangıcındaki o garip kokuyu, gerek orta notalarındaki sevmesi zor paçuliyi hiç beğenmedim. Son kısmını kendime daha yakın buldum. Yani genel olarak olumsuz bir izlenim bıraktı bende. Fakat böylesi iki büyük üstadın parfümünün içine girmeye çalıştım. Onu anlamaya, alt metinlerini okumaya gayret ettim. Serge Lutens gibi bir filozof, bu parfümle bize ne anlatmaya çalışmış diye düşündüm. Ama bir sonuca varamadım.


Farklı günlerdeki diğer denemelerimden sonra ne durumdayım diye kendimi geri çekip sorgulama yaptım. Başlangıcını hala sevemedim/kabul edemedim. Orta notalarındaki tozlu paçuliye saygı duydum. Alt notalarındaki kakao-çikolata-vanilyamsı tatlı paçuliye ise hayran kaldım. İşte benim için özet bu.

Öncelikle teknik açıdan bakalım ve analizi derinleştirelim. Borneo 1834 kompleks bir yapıya sahip. Modern parfümlerin sahip olmaları gereken “Üst-orta-alt notalar” kuralını çok iyi yerine getiriyor. Üç katmanlı bir parfüm. Her katman kendi içinde farklı ve muhtemelen bize bir şey anlatıyor. Yani tek düze bir kokuya sahip değil. Her an değişime uğramaya hazır. Bu anlamda başarılı.

Diğer yanı ise akor geçişleri sorunsuz. Rahatsız edici bir yanına rastlamadım üst notaları dışında. Hiçbir koku öne çıkmaya çalışmıyor. Uyumlu, sakin, karanlık, ne mesaj vermek istediğini biliyor. Saldırgan değil.

Başka bir konu ise notaların kullanımı. Üst notalarındaki ıslak tütün-küflü baharatlar benzeri kokuyu bir çok kişinin sevebileceğini düşünmüyorum. Ama yine de benzerine rastlamak zor. Orta notalarındaki tozlu paçuli izlenimi veren koku ise 2005 yılında ortaya çıkarılmış bir parfüm için eskilere gönderme gibi. Çok modern bir tarzı yok paçulinin. Tatlılık barındırmaması ise şaşkınlık verici. Böylesi algıları zorlayan paçuli kullanımı cesaret ister. Serge Lutens – Christopher Sheldrake ikilisi bu anlamda risk almışlar. İyiki de böyle yapmışlar. Son kısımdaki tatlı kakao-çikolata kokusu biraz Thierry Mugler – A Men’in başındaki koyu çikolatamsılığı hatırlatıyor. Ama çok benzemiyor. Tamamen kendine özgü ve şık.


Serge Lutens’in denediğim en etkileyici parfümleri sırasıyla Chergui, Fille en Aiguilles ve Ambre Sultan üçlüsü. Fakat Borneo 1834 çok sevdiğim Lutens’ler arasına girecek kadar ilgimi çekmedi. Zaten genel olarak sevmesi ve kabullenilmesi zor bir yapıya sahip. Onun için denemeden almak bence büyük risk.

Bazı yorumcular Borneo 1834’ü “Ya sev ya nefret et” tarzında demişler. Fakat bende tam tersi bir his uyandırdı. Bu parfüme ne aşık oldum, ne de nefret ettim. Sanırım “Araf”’ta kaldım. Çünkü başlangıcındaki garip kokuyu ve normalde hiçbir zaman tercih etmeyeceğim orta kısmındaki paçuliyi aklıma getiriyorum. Son kısmını ise müthiş bulduğumu saklayacak değilim. Buyurun siz karar verin bakalım.

Borneo 1834’ün kokusu bana şunları hatırlatıyor: 19 yüzyılın ortalarında kocaman yelkenlerini açmış ve rüzgarı tam arkasına almış, Doğu Hindistan kıyılarına yanaşan İngiliz Kraliyet ailesine ait geminin depolarını hayal ediyorum. Karanlık, rutubetli, tozlu ve pis kokulu. İngiliz mürettebat yol boyuncu içki içmekten hafif çakırkeyif. Geminin kaptanı gece saatlerinde yaklaşmakta oldukları bu ülkeyi düşünüyor güvertede. “Ne işim var burada” derken buluyor kendisini. Ama bu seferden kazanacağı binlerce sterlin aklına geliyor hemen. Tam bir İngiliz soğukkanlılığı ile yarın teslim alacağı ipek kumaşları düşünüyor. Hiçbir şeyin ters gitmemesini umuyor.


Parfüm yazarı Luca Turin Borneo 1834’ü “sanal çikolata” olarak tanımlamış ve beş üzerinden dört yıldız vermiş. Parfümün tasarımını ünlü parfümör Christopher Sheldrake yapmış. Genel olarak bir çok kişi kokusunu Chanel – Coromandel’e benzetmiş. Bunu da küçük bir not olarak ekleyeyim.

Eau de Parfum (EDP) konsatrasyonuna sahip. Uniseks olarak piyasaya sunulsa da bence erkek kullanımına biraz daha yakın. Koyu, derin ve karanlık tarzı sonbahar-kış kullanımının daha uygun olacağını bize fısıldıyor. 25 hatta 30 yaş üzerindeki arkadaşlara tavsiye ederim.

Artıları:
+ Son kısmı nefis.
+ Eğer kakaolu paçuli kokusu arıyorsanız mutlaka deneyin.
+ Kalıcılığı gayet iyi.

Eksileri:
- Başlangıcı da ne öyle!
- Sevmesi zor, riskli bir parfüm.
- Her yerde bulmak zor. Fiyatı yüksek.

Koku Güzelliği: 10/7

13 Kasım 2012 Salı

Serge Lutens – Gris Clair (2006)



Serge Lutens – Gris Clair (2006)  Markanın lavanta temalı parfümü.

Renklerin insan hayatındaki önemi ile ilgili bir sürü çalışma ve araştırma yapıldığına eminim. Dünya çapındaki bilim insanları aklımıza bile gelmeyecek yada “ne gerek var şimdi bunu araştırmaya” diyebileceğimiz şeylerin peşinden gidiyorlar. Belki de batı uygarlığının, doğu uygarlığına teknolojik olarak bu kadar fark atmasının sebebi budur. Her şeyi araştırmak.

Gri renginin sizin üzerinizde nasıl bir etki yaptığını düşünün. Bana sorarsanız sisli, puslu, hüzünlü, karamsar, donuk ve sıkıcı bir renk. Nedense aklıma hep hapishaneler geliyor gri deyince. Ya da devlet daireleri. Griyi bir ülkeye benzetmek istesem kesinlikle İngiltere derdim. Belki havanın çoğunlukla kapalı veya gri olduğu Almanya.

Açık kül renginin adı olan gri Fransızca’dan Türkçeye yerleşmiş muhtemelen. Gerçi ingilzcesi de Grey. Gri’nin Fransızcası ise gris’miş. Bugün yazacağım parfüm olan Gris Clair’in anlamının “açık gri” olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Zaten şişesinin içindeki sıvının da gri olması tesadüf değil.


Serge Lutens’in çok ünlü veya öne çıkabilmiş bir parfümü değil Gris Clair. Fakat böyle olması onun başarısız olduğuna kanıt olamayacaktır tabiki. Bakalım Gris Clair bana neler hissettirecek.

Parfümümüz odunsu çiçeksi misk olarak sınıflandırılmış. Başlangıcı bana çok tanıdık geldi. Keskin, baskın ve erkeksi lavanta hemen ilk saniyelerde burnunuza hücum ediyor. Yapaylık yok diyebilirim. Lavantayı çok sevmediğim için kendime yakın bulamadım üst notalarını.

İlerleyen dakikalarda lavanta biraz geri çekiliyor gibi olsa da hala ana öğe. Bu kısımda lavantanın o keskin aroması yerini odunsu notalara bırakmaya çalışıyor. Sanki biraz da tütsü var. Dikkati çeken şey ise orta notalardan itibaren kokusu oldukça tatlılık barındırıyor. Başlangıcı daha kuru diyebilirim. Orta notalarını beğendim. Son kısımda ise tatlılık biraz daha artıyor. Neredeyse şekerli bir hale geliyor Gris Clair. Sanki vanilyamsı bir tatlılık. Muhtemelen tonka fasulyesi. Biraz da amber. Alt notaları da güzel diyebilirim.


Şimdi efendim Gris Clair aslında basit bir arkadaş. Markanın diğer derin ve ilginç parfümlerinin yanında çok öne çıkmamasını anlıyorum. Lavanta, odunsu notalar ve tonka fasulyesinden ibaret desem yanlış olmaz. Başlangıcındaki keskin erkeksi lavanta pek bana göre değil. Neyseki orta kısımdan itibaren daha farklı bir karaktere bürünüyor. Zaten orta notalardan sonra da hiç değişmiyor. Yani kokusunu ikiye ayırmak mümkün. İlk kısım gerçekçi bir lavanta, ikinci kısım ise odunsu notalar ve vanilya benzeri tonka fasulyesi.

Parfümün açılışı bana ünlü klasiklerden Caron Pour Homme’u anımsattı. Hatta bire bir aynı diyesim geliyor. Fakat Caron Pour Homme çok fazla değişmiyor genel olarak. Gris Clair ise Caron Pour Homme’un daha giyilebilir ve modern hali diyebilirim. Başlangıçtaki lavanta daha sonra geri plana geçiyor. Aralarındaki farkı böyle anlatabilirim.

Gris Clair güzel ve modern bir lavanta-tonka fasulyesi yorumu desem yanlış olmaz. Harika mı? Tabiki değil. Ama benim gibi lavanta ile arası hoş olmayan birisinin bile hoşuna gitmesi yeterli. Diğer harika Serge Lutens’ler kadar etkileyici olmasa da başarılı bir kokuya sahip. Eğer oldukça tatlı bir lavanta parfümü arıyorsanız buyurunuz buraya.


Lavanta merkezli parfümler bence kullanması ve sevmesi zor arkadaşlar. Çünkü çok keskin ve baskın bir kokusu var lavantanın. Ayrıca herkesin sevebileceği gibi de olmuyor lavanta kokuları. Daha çok erkek parfümlerinde kullanılıyor. Lavanta merkezli parfümlerin en büyük sorunu erkeklerin kullandığı “traş köpüklerine” benzeme olasılığı. Mesela Caron Pour Homme bana o hissi vermişti. Gris Clair’in de başları biraz traş köpüğünü andırıyor. Neyseki sonrasında lavantanın etkisi kademeli olarak azalıyor. Daha dumanlı odunsu notalar ortaya çıkıyor. Bu anlamda başarılı diyebilirim. Fakat bir şişesini alır mıyım? Sanmıyorum.

Gris Clair, Eau de Parfum konsantrasyonunda. Bu durum kalıcılığına olumlu yansımış. Teninizde bir günden fazla rahatlıkla hissediyorsunuz. Sonbahar-kış döneminde kullanmak için uygun. Bence baskın lavanta yüzünden erkek kullanımına yakın. Bir kadında nasıl duracağını pek kestiremiyorum. Serge Lutens’in neredeyse bütün parfümlerine imza atmış önemli burunlardan Christopher Sheldrake tasarlamış Gris Clair'i.

Artıları:
+ Orta notalarından itibaren gayet güzelleşiyor.
+ Serge Lutens kalitesi hissediliyor.
+ Kalıcılığı gayet iyi.

Eksileri:
- Başlangıcını pek sevemedim.
- Yüksek fiyatı. Ayrıca Türkiye’de bulmak mümkün değil.

Koku Güzelliği:10/7

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Serge Lutens – Fleurs d’Oranger (1995)


Serge Lutens – Fleurs d’Oranger (1995)  Markanın unisex kullanıma uygun parfümü.

Bazı kültürlerde mutlu bir evliliğin simgesi olarak kabul edilen “Portakal Çiçeği” esansı parfüm sektöründe karşımıza çıkıyor. İsmini portakal ağacının çiçeklerinden alan bu bitki, güzel kokusu ile insanların sevdiği bir iksire dönüşebiliyor. Hele ki bir üstadın elinde. Serge Lutens’in çoğunluğu sonbahar-kış mevsimine uygun keskin, ağdalı ve bol baharatlı kokularını deneyip, hayran kalmıştım. Bir tek Jeux de Peau dışında.

Lutens üstadın eski sayılabilecek parfümlerinden birisini sizlerle paylaşmak istiyorum bugün. Markanın zihnimdeki imajı keskin ve yoğun baharatlı, gizemli kokular. Bu sefer ise tam tersi ferah ve yaz mevsimine çok yakışan bir parfüme göz atacağım. Bakalım Serge Lutens bu tür parfümlerde nasıl bir yol izliyor.


 Her zamanki gibi resmi sitesinde parfümle ilgili hiçbir bilgi yok. Fragrantica’da ise çiçeksi olarak sınıflandırılmış. Açılışı ortalama bir portakal çiçeği kokusu ile gerçekleşiyor. Taze ve canlı bir başlangıcı var. Harika olmasa da gayet yeterli bir parfüm kullanıcısı için. Hatta üst notaları biraz portakal kokusuna bile benzetebiliriz. Fakat daha çiçeksi bir portakal. Bu çiçeksi portakal kokusu bir süre sonra daha da çiçeksi hale geliyor. Muhtemelen sümbülteber ve yasemin. Çiçekler derken öyle çok kadınsı değil. Daha unisex bir çiçeksilik. Portakal aroması hala güçlü şekilde hissediliyor.

Son kısımları ise en sevdiğim tarafı. Burada yumuşak odunsu notalar ve zarif portakal çiçeğinin güzel bir harmanı var. Bana ilginç şekilde biraz “tuzlu” bir hava verdi. Neredeyse akuatik diyeceğim. Ama değil tabiki. Yani özetle: Portakal çiçeği, çiçekler ve tuzlu odunsu notalar.


 Fleurs d’Oranger, basit sayılabilecek bir yapıda. Çok iddialı bir tarzı yok. Çiçeksi bir portakal aroması diyebilirim geneli için. Kadınsı ve baygın çiçekler gibi değil. Portakal ile güzel dengelenmiş. Zaten parfümün unisex olarak piyasaya sürülmesi de bunu gerektiriyor.

Ferah, rahatlatıcı, canlı, neşeli ve modern bir hali var. Başlarına aşık olmasam da sonrası için gayet güzel bir yazlık seçenek olarak görüyorum Fleurs d’Oranger’ı. İlginç olan ise denediğim diğer Serge Lutens parfümlerinin başlangıçları çok gösterişli ve çarpıcı oluyordu. Sonlara doğru ise sakinleşiyorlar. Genellikle parfümlerinin başlangıçlarını seviyorum Lutens’lerin. Sonları ise “eh işte” oluyor. Burada ise tam tersi. Başlangıcı çok ilginç değilken, sonlara doğru güzelleşiyor.


Evet bu aralar biraz çiçeksi parfümler yazıyorum. Bilinçli bir şekilde olmasa da böyle denk gelmiş oldu. Fleurs d’Orange bir erkeğinde rahatlıkla kullanabileceği çiçeksi kokulardan. O zaman Serge Lutens’in adeta bir manifestosu olan kurallarından birini hatırlayalım: “Bir Serge Lutens parfümü daima süprizler ile doludur.” Benim içinde sürpriz sayılabilecek bir parfüm Fleurs d’Oranger.

Her yaştan insanın kullanabileceği gibi diyebilirim. Eau de Parfum konsantrasyonuna sahip. Kokunun tasarımını ise ünlü burunlardan Christopher Sheldrake yapmış. Luca Turin ise not olarak beş üzerinden üç yıldız vermiş bu parfüme.

Artıları:
+ Sonlara doğru kokusu gayet ilginç.
+ Kaliteli ve sade bir çiçeksi parfüm arayanların oldukça hoşuna gidecektir.

Eksileri:
- Başlangıcı çok etkileyici değil.
- Orta notalarından itibaren çiçekler biraz fazla öne çıkıyor.

Koku Güzelliği:10/7

10 Mayıs 2012 Perşembe

Serge Lutens – Jeux de Peau (2011)



Serge Lutens – Jeux de Peau (2011) Markanın unisex olarak sunulan parfümü.

Neredeyse her öğünde soframızdaki yerini alır. Bir sürü çeşidi vardır. Hatta bazı inançlarda kutsal bir anlam bile yüklenir ekmeğe.
Ekmeğin kabul gören en eski hikayesine göre; ilk insanlar su ile ıslatılmış ve kendi haline bırakılmış buğday kırmasında gözeneklerin meydana geldiğini görmüşler ve gözenekli kütleyi sıcak taşlar üzerinde pişirdikleri zaman lezzetinin iyi olduğunu anlamışlar. Cilalı Taş Devrinde kestane, meşe palamudu gibi bazı bitkisel ürünlerin ezilip suyla karıştırdıktan sonra elde edilen hamurun, kızgın taşlar üzerinde ya da kül içerisinde pişirilerek yendiği de bilinmekteymiş.
İlk ekmeğin yapımı, Mısırlılar tarafından buğday tanelerinin taşlar arasında ezilerek una dönüştürülmesine dayanıyormuş. Sonra da unu hamur haline getirmek için su katmış, yoğurmuş, şekil vermiş, fırına benzer oyuklarda ya da toprağın üzerinde pişirmişler. Ekşimiş hamuru ‘maya’ olarak ilk kullanan da yine Mısırlılarmış. Eski Mısır mezarlarında, bu ekmeklerin taşlaşmış örnekleri bulunmuş. İbraniler de ilk ekmeklerini ince tabakalar halinde fırınlıyor ve dilim dilim kesmek yerine galeta veya peksimet gibi kırıyorlarmış. İşte ilk ekmeğin yapılış hikayeleri böyle anlatılıyor. İyi de parfüm merakı şimdide ekmeklere mi merak saldın. Hani bunun parfümlerle ilgisi diyorsanız buyurunuz efenim.
Bugün benim çok sevdiğim bir niche parfüm evi olan Serge Lutens’in sıra dışı bir kokusuna yer vereceğim. Jeux de Peau’nun ekmekle ilginç bir bağlantısı var. Artık geçeyim detaylara.
Jeux de Peau anlaşılacağı üzere Fransızca. Bu güzel dili bilmediğim için karşıma çıkan anlamlarını yazayım. Konuya hakim olan arkadaşlar bir yanlışım varsa düzeltebilirler.
Türkçeye “Tendeki Oyun” yada “Ten Oyunları” olarak çevriliyor anladığım kadarıyla Serge Lutens’in bu henüz bir senelik parfümü. Bakalım benim tenimde de oyunlar oynayacak mı?

Fragrantica’da odunsu-oryantal olarak sınıflandırılmış. Bu parfümü kimi yorumcular süte, kimisi çikolata sürülmüş ekmeğe, kimisi de tereyağlı tosta benzetmiş. Benim ilk izlenimim ise ekmek oldu. Evet ciddiyim. Bu parfümün başlangıcı ekmek gibi kokuyor. Hatta biraz yağlı gibi. Çok tuhaf ve benzersiz. Güzel mi derseniz o kadar emin değilim. Biraz “uç” bir kokuya sahip. Sonrasında ise çok değişmiyor. Yani düz bir çizgide ilerliyor diyebilirim. Orta notalara doğru ekmek kokusuna biraz kayısı benzeri bir koku daha ekleniyor. Bu kısım daha kabul edilebilir halde. Son olarak da alt notalarında yapay bir amber ve tütsü ile son buluyor. Açıkçası son kısım biraz hayal kırıklığı yaşattı. Sanki özensiz olmuş.
Görüleceği üzere bu parfümde baharatlı, deri, çiçeksi gibi tanımlamalar yapmadım. Çünkü yapamadım! Ama şunu söyleyebilirim ki başlangıçtaki ekmek kokusu silhattan (paçuli) geliyor olabilir. Orta notalardaki meyveli his ise büyük ihtimalle kayısıdan geliyor. Sonları da amber-odunsu notalar işbirliği. Koku tarifini ancak böyle yapabiliyorum.


İlginç bir deneme bence Jeau de Peux. Bol bol vanilya, çikolata ya da kahve aroması kullanılmadan nasıl “gourmand” parfüm yapılırmış adeta kanıtı. Günümüzün bir çok parfümündeki gibi iç bayan bir tatlılık yok. Gayet dengeli kullanılmış.

Evet ekmek kokusu gerçekten dahice ve benzersiz bir fikir. Yani ekmek gibi kokan kaç tane parfüm vardır ki dünya üzerinde. Bu Serge Lutens’in dehasına bir gösterge kuşkusuz. Fakat ekmek gibi kokan bir parfümü bütün gün üzerinizde taşımak ve o kokuyu sevmek ne kadar mümkün büyük bir soru işareti benim için. Yani giymesi ve sevmesi kolay bir parfüm değil. Günlük kullanıma uygun, konforlu ve güvenli bir kokusu olduğunu söylersem hata etmiş olurum. Bu parfüm sanki daha sanatsal yada deneysel bir eser. Yani mümkünse 10 yada 20 ml. decant şeklinde edinip, dolabın bir kenarında duracak parfümlerden. Arada diğer parfümlerden sıkılırsanız değişiklik olması için kullanılabilir. Fakat uzun süreli kullanıma uyacak gibi görünmüyor. Onun için de büyük boy şişesini almak ne kadar mantıklı olur şüpheliyim.


Bu parfüm Fransız pastanelerinin içi gibi kokuyor belki de. O zaman Jeau de Peux’u kimler kullanır düşünelim. Sosyetik semtlerdeki lüks pastanelerin sahipleri. Ya da pazar sabahı kahvaltısı için dışarı çıkan ve sıcacık bir patisserie’yi mekan edinen kalbur üstü gelire sahip insanlar.

Sonuç olarak Jeux de Peau’yi sevdim mi? Bu soruyu kendime sorduğumda net bir cevap veremedim. Bir yanım hoşuma gitti derken, diğer yanım da bu nasıl bir koku böyle. Fazla uçlarda diyor. Yani yanıtım emin olun yok. Ama bir şişesini alıp kullanacak kadar ilgimi çektiğini söyleyemem.

Jeux de Peau, Serge Lutens’in Arap kültürüne göndermeler yaptığı Ambre Sultan ve Chergui’den daha farklı bir yerde. Zaten kendisi ile yapılan bir söyleşide bu parfüm için özetle şöyle söylemiş:


“Çocukluğumun bir kısmının geçtiği kuzey Fransa’daki Lille şehrindeki ekmek fırınına okuldan sonra giderdim. Oradan ekmek almak çocukluğumun en büyülü anılarından birisi.” Buradan da anlaşılacağı üzere Jeux de Peau, Serge Lutens’in çocukluğuna bir yolculuk. Serge Lutens’in kendi sitesinde parfümü şöyle tanımlamış: “Sıcak, yeni fırından çıkmış ekmek: Yalnızlık için bir çözüm…

Jeux de Peau unisex olarak satışa sunulmuş. Bence “cinsiyetsiz” bir kokuya sahip. Yani unisex doğru bir etiketleme olmuş diyebilirim. Sonbahar-kış mevsiminde kullanmak daha uygun olacaktır. Bildiğim kadarıyla EDP konsantrasyonunda.

Artıları:
+ Çok farklı ve benzersiz yapısıyla tuhaf bir deneme. Lutens burada sanatını konuşturmuş adeta.
+ Eğer fırından yeni çıkmış ekmek gibi kokmak isterseniz mutlaka deneyin.

Eksileri:
- Başlangıcındaki yoğun ekmek kokusu biraz itici geldi.
- Günlük kullanıma uyacak konforlu bir yapıda değil.
- Yüksek fiyatı.

Koku Güzelliği:10/6.5

13 Şubat 2012 Pazartesi

Serge Lutens – Fille en Aiguilles (2009)


Serge Lutens – Fille en Aiguilles (2009) Markanın başarılı parfümü.

Son yazılarımı takip eden değerli okuyucular artık sadece parfümlerden değil, onları oluşturan olaylardan, geri planlarından da bahsettiğimi farkedeceklerdir. Parfüm merakı blogunun kuru kuru parfüm yorumları yapılan bir yer olmasını istemiyorum açıkçası. Zaman zaman tarihten, sinemadan, edebiyattan bahsediyorum. Yani şu parfüm vanilya kokar, bu parfüm çiçek kokar demekten ziyade, biraz daha içimden gelenleri yazmaya çalışacağım.

Daha önce bahsettim mi hatırlamıyorum ama yabancıların “koku hafizası” dedikleri bir olgu var. Yani bir anlamda zihnimizde kokuların nerede durduğu, bize ne hissettirdikleri yada hayatımızın ilerleyen safhalarına nasıl etki edeceği. Koku hafızamız genellikle çocukluk çağımızda şekillenmeye başlar. Biz küçükken etrafımızda duyduğumuz kokular, gelecekte kullanacağımız parfümleri seçmemizde belki de en önemli gösterge olacak. Çünkü çocuk beyni müthiş bir bilgisayar gibi etrafındaki her olayı, sesi, kokuyu ve görüntüyü kaydediyor. Bu kayıtlar muhtemelen hayatımızın sonraki bölümlerini şekillendiriyor.

Mesela çocukken annemizin pişirdiği ve kokusu bütün eve yayılan zencefilli kekler, hasta olduğumuzda babamızın bize zorla içirdiği öksürük şurupları, dedemizin camiye giderken sakallarına sürdüğü hacı yağları, teyzemizin yaptığı nefis aşureler. Anadolu topraklarının bu zenginlikleri aslında bizim için büyük bir şans. Bir tarafımızın doğu kültürleri ile olan güçlü bağları bu coğrafyada onlarca çeşit baharat ve farklı kokularla tanışmamızı sağlıyor. Cumhuriyet döneminden itibaren ise Batı medeniyeti ile kurmaya çalıştığımız ilişkilerin karşılığında ise o taraftan etkileniyoruz. Yani tam da olması gerektiği gibi. Burada eleştirilecek hiçbir şey yok bana göre.


Şu bir gerçek ki duyu organlarımızın her biri çok önemli ve hayati. Burun ise önemsizmiş gibi görünebilir. Fakat insanın hayatı, doğayı ve etrafındaki dünyayı tanımasında çok önemli bir araç. Artık doğadan kopmuş durumda olan insan, şehirlere yığılmış durumda. Yüksek katlı apartmanlarda sıkış tıkış yaşıyor. Ne doğru dürüst bir ağaç görebiliyor ne de toprağın insanı rahatlatan kokusunu duyabiliyor. Sahi parfüm üreticilerinin son yıllarda toprak kokan parfümler üretmeye çalışmalarını ne ile açıklayabiliriz? Tesadüf mü? Hiç sanmıyorum.

İnsan doğadan ne kadar koparsa o kadar yalnızlaşıyor aslında. Daha hüzünlü oluyor, sinirleniyor, kendisini çıkmazda hissediyor. Ankara’da hayatının bir bölümünü geçirmiş birisi olarak “Büyük Şehirlerin” aslında “Yalnız Şehirler” olduklarını farkediyorsunuz. Yolda yürürken yanınızdan geçen binlerce insanda en az sizin kadar yalnız. Modern insanın çaresizliği mi dersiniz, yoksa şehir hayatının çıkmazı mı? Cevabı her ne olursa olsun beton blokların arasında yetişen ve büyüyen zamane çocuklarına üzülüyorum.

Tam da bu duygular içindeyken bana doğanın o eşsiz ve sınırsız kokularının kapısı açan bir parfümle karşılaşıyorum. Benim için “niche” parfüm dünyasının en önemli isminden geliyor bu eşsiz koku. Serge Lutens bir kez daha beni mutlu etmeyi başarıyor. İçimdeki gizli kalmış duyguları açığa çıkarıyor. Beni çocukluğuma döndürüyor.


Markanın 2009 yılında çıkardığı Fille en Aiguilles, Lutens’in “Black Collection” serisinin bir üyesi. Bu seri 2011 yılı sonu itibariyle altı parfümden oluşuyor. Parfümümüz odunsu oryantal olarak sınıflandırılmış. Artık geçeyim parfümle ilgili detaylara.

Fille en Aiguilles’in başlangıcı keskin ve koyu bir ağaç reçinesi ile gerçekleşiyor. Evet ormandaki çam ağaçlarının gövdelerinin üzerindeki o reçine aynen burada. Hemde çok gerçekçi bir şekilde. Yani çok farklı bir açılışı var. Ne öyle uyduruk bir turunçgil ne de çiçekler gibi üst nota uygulamalarına rastlanmıyor. Çok ilginç. Çok başarılı. Üst notalar benden rahatlıkla geçer not alıyor.

Orta notalar ise tam bir Serge Lutens klasiği sanki. Başlangıçtaki ağaç reçinesine bu sefer tatlı, kuru meyveler ve tatlı baharatlar ekleniyor. Bu kısım adeta şölen gibi. Parfümün en detaylı ve zengin yeri burası. Nefis bir kokusu var orta notaların. Tatlı meyveler ile reçine o kadar güzel harmanlanmış ki sevmemek elde değil. Koklamaya doyamıyorsunuz. Benden tam puan bu bölüme.


Durun daha bitmedi. Serge Lutens sizi öyle kolay bırakır mı? Alt notaları ise benim için çok şaşırtıcı. Orta notalardaki o zengin, derin, karanlık, gösterişli kokudan eser kalmıyor. Son kısımda çok sade bir tütsü-çam ağacı kokusu ile devam ediyor. Fakat bu kısımda parfümün farkedilirliği oldukça düşüyor.

Fille en Aiguilles İngilizceye “Girl in Needles” olarak çevrilmiş. Fransızca bilmediğim için çevirisini tam yapamayacağım. Fakat buradaki “Needle” sanırım “çam iğneleri” anlamında kullanılmış. Zaten parfümün genel yapısı odunsu-çamsı-reçinemsi bir tarzda. Dediğim gibi yanılıyor da olabilirim.


Parfümümüz anlaşılacağı üzere ağaçsı/odunsu bir yapıda. Reçine ve ahşap kokusu her zaman geri planda kendisini hissettiriyor. Tatlı, derin kırmızı meyveler ise bana markanın diğer parfümü “Chergui’yi hatırlattı. Sanırım Serge Lutens bu tür bir meyve kullanımını seviyor. İyiki de öyle yapıyor. Çünkü benim de çok sevdiğim bir tarz bu.

Fille en Aiguilles bana biraz “Ambre Sultan”'daki o odunsu, reçinemsi gizemli hissi de çağrıştıryor. Bu anlamda denediğim Lutens'ler genellkle birbirlerini andırıyorlar. Derin, karanlık, benzersiz, baharatlı, tatlı kırımızı meyveler. Biraz da reçine rahiyası. Bu üç parfüm çok benzemeselerde bende yakın hisler uyandırıyorlar. Fakat Fille en Aiguilles daha hüzünlü ve dramatik bir yerde duruyor.        

Biraz daha detaya inmem gerekirse, çam kokulu bir tütsüye derin ve karanlık tatlı kırmızı meyveler ekleyin. İşte Filli en Aiguilles böyle. Bu anlamda hafiften bir Gucci Pour Homme esintisi hissedilmiyor değil. Onun daha meyveli ve dumanlı halini düşünün. Tabiki Gucci Pour Homme'un çok daha kaliteli ve sofistike halini. Fille en Aiguilles’in eleştirebileceğim tek yanı alt notaları. Biraz fazla basit ve düz. Sanırım bu bilinçli bir seçim. Yine de daha ilginç ve zengin olabilirmiş. 

Fille en Aiguilles bana Amerikan filmlerinde gördüğümüz karlar içindeki dağ evlerini hatırlatıyor. Çam ormanının içinde tamamen ahşaptan yapılmış bir ev. Dışarıda hafif bir kar yağıyor. Şöminenin karşısına geçip kitabınızı okuyorsunuz. Yanan odunların çıtırtısı ve hafif dumanı, evin duvarlarında kullanılan ağaçlar ile birleşiyor. Meyve hissi daha çok olan kaliteli bir kırmızı şarap içiyorsunuz. Daha ne isteyebilirsiniz ki?


Şimdi de İskoçya’dayız. Başrolünü Mel Gibson’un oynadığı ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden kabul edilen Braveheart’ın çekildiği ormanlardayız. Doğanın bütün güzelliklerini sergilediği bu müthiş coğrafyada dolaşıyoruz. Sanki etrafımızı filmden çıkıp gelmiş askerler saracak. Bir kez daha tabiatın o inanılmaz güzelliklerine hayran oluyoruz. Etraftan gelen o mis gibi ağaç reçinesi ve çam kozalakları kokuları bizi kendimizden geçiriyor.


Fille en Aiguilles EDP (Eau de Parfum) konsantrasyonunda. Bu durum tabiki kalıcılığına olumlu etki yapmış. Fakat farkedilirliği markanın diğer modelleri Ambre Sultan ve Chergui kadar yüksek değil. Daha dingin bir yapıda. Çok saldırgan değil. Zaten böylesi ağaç-orman temalı rahatlatan ve yatıştırıcı bir parfümün fark edilirliğinin yükesk olmaması doğru bir seçim. Sonbahar-kış mevsiminde kullanmak uygun olacaktır. Unisex olarak piyasaya sürülse de içeriğindeki yoğun odunsu notalar ibreyi biraz daha erkek kullanımına çeviriyor. Maestro Serge Lutens’den yine müthiş bir eser. Tavsiye ederim.  

Artıları:
+ Başlangıcındaki ağaç reçinesi/çam kozalağı teması gayet başarılı.
+ Orta notaları müthiş. Sırf bu kısım için bile alınabilir.
+ Kalıcılığı gayet iyi.

Eksileri:
- Alt notaları biraz fazla düz, durağan ve sade.
- Farkedilirliği alt notalara gelindiğinde epey azalıyor.
- Fiyatı yüksek. Heryerde bulmak da zor. Özellikle ülkemizde.

Koku Güzelliği:10/8.5   Kalıcılık:10/8   Farkedilirlik:10/6