9 Ocak 2014 Perşembe

Lolita Lempicka Au Masculin (2000)


Lolita Lempicka Au Masculin (2000)

Evet farkındayım Lolita kelimesinin zihinlerde yaptığı çağrışımı. Lolita kelimesinin genel anlamda negatif olarak düşünüldüğünü fark etmemek mümkün değil. Nasıl olmasın ki. Edebiyat dünyasının tanınan isimlerinden Vladimir Nabokov'un yazdığı roman, aslında bir çok kişinin, gizli kalmış duygu dünyasını bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarıyordu. Nabukov, Lolita ismiyle kaleme aldığı romanında, bir adamın çocuğu yaşındaki kıza karşı hissettiği büyük aşkı anlatıyordu. 21. yüzyılın ahlak anlayışına göre kınanması gereken bu davranış bozukluğu, edebiyat tarihinin en sıradışı kitaplarından birisinin konusu olmuştu. Okuyan herkesi derinden etkileyerek.

Lolita karakterinin büyük kitlelere ulaşması, yine Amerikan film endüstrisi ile gerçekleşmişti. Kült yönetmen Stanley Kubrick'in aynı isimli Nabukov'un romanından uyarladığı 1962 yılı yapımı filmi, dünya çapında büyük ses getirdi. Kimi yorumcuların şiddetle eleştirdiği filmin konusu, alışılmamıştı. Her şok edici fikir gibi, bu dramatik aşk hikayesi de dirençle karşılandı. Fakat Kubrick gibi bir ustanın yönettiği film, kısa süre içinde önemli klasikler arasına girdi.

Böylece "Lolita" kelimesinin etrafında efsunlu bir hale oluştu. Çoğu zaman kısık sesle söylenen kimi zaman müstehzi bir gülümsemeyle bahsedilen kimi zaman konusu geçtiğinde sözü değiştirilen bir kavram olarak karşımıza çıktı Lolita. Hatta psikolojide "Lolita Sendromu" bile konuşulmaya başlandı. Fakat ok yaydan çıkmıştı. İnsan ruhunun derinliklerindeki bir çok karanlıktan birisiydi günaha davet. Ve her yasak, doğal tepki olarak, ona olan ilgiyi ve merakı arttırıyordu.


İşte bütün bu etkileri veya ön yargıları düşünerek yaklaşıyorum Lolita Lempicka markasına. Özellikle isminden dolayı tam bir kadın markası imajı veriyor. Bir çok kişi tarafından böyle algılandığına şüphe yok. Zaten durumlarından çok da şikayetçi olmadıkları anlaşılıyor. 2014 yılı başı itibariyle piyasaya sürdükleri 39 parfümün, 35'inin kadın kokusu olması, hedef kitlelerinin kim olduğunu rahatlıkla anlamamızı sağlıyor.

Geçtiğimiz aylarda, çıkardıkları ilk kadın parfümleri olan Lolita Lempicka'yı denemiş ve pek beğenmemiştim. Oysaki çok büyük bir ticari başarıya imza attı 1997 çıkışlı mavi elma şişeli Lolita. Hatta en çok satan kadın parfümleri listelerinde kendisine sürekli yer buldu. Ve Lolita Lempicka'nın, 2000 yılında yeni milenyum ile birlikte erkeklere sürprizi vardı. Bu popüler parfümden üç yıl sonra erkek versiyonu da çıkarıldı Lolita Lempicka'nın. Sadece isminin sonuna Au Masculin eklendi ve erkeklerin beğenisine sunuldu.

Tabi ilk başlarda Lolita isminden çekinmiş olabilir bir çok erkek. İsminin zihinlerdeki algısı malum. Fakat bu parfüm, erkekler için piyasaya sürüldü. Ülkemizde çok büyük ilgi gördüğünü söylemek zor fakat yurt dışında parfüm platformlarında oldukça sevildiğini fark ettim. Hakkında çok fazla konuşulması merakımı cezbetti ve kullanmaya karar verdim. Artık geçeyim parfüme. Kendi sitelerinde "Meyan Kökü Ağacı" olarak sınıflandırılan Lolta Lempicka Au Masculin'in tanıtımı şöyle yapılmış:


"Lolita Lempicka au Masculin, heyecana neden olan yoğun ve büyüleyici zıtlıkları kullanır. Bu parfüm, erkeklerin güçlü ve kırılgan yanlarını temsil eder. Tasarımcısının vizyonu, erkeği bir aşk hikayesinin dünyasına taşımaktır. Lolita Lempicka au Masculin, erkeğin yeni vizyonunu ifade eder.”

Üzerime ilk sıktığımda karşıma keskin ve yoğun anason çıkıyor. Parfümün başlangıcı ne turunçgilli ne baharatlı ne de odunsu. Tamamen anason-meyan kökü. Harika bulmasam da ilginç olduğu söylenebilir üst notaların. İlerleyen dakikalarda anason-meyan kökü kokusu etkisini aynen devam ettiriyor. Orta kısımda anasona tatlımsı pudralı vanilya ekleniyor. Biraz da nane. Bu bölümün Le Male'ye benzetilmesini gayet iyi anlayabiliyorum. Fakat Le Male'den çok daha alkol-anason kokusu hakim. Özellikle kıyafetimde, Bulgari - Black'e benzeyen plastiğimsi deri bile hissettim. Son bölümde anason etkisi azalıyor. Vanilya biraz daha öne çıkıyor. Gerilerden odunsu notalarda hissediliyor. Ama baskın değil. Böylece tenden ayrılıyor.

Lolita Lempicka Au Masculin, genel itibariyle anason-meyan kökü-vanilya aksında ilerliyor. Onun yoğun şekilde anason kokması, ülkemizin milli içkilerinden sayılan Rakı'yı çağrıştırıyor. Bu rakı çağrışımından haraketle, içki temasına yakın buldum kokusunu. Hatta bana katılır mısınız bilmiyorum ama "vanilyalı, şekerli rakı" olarak zihnimdeki yerini alıyor.


Sanırım bu tür anason-meyan kökü merkezli kokuları pek sevemiyorum. Aynı Lolita Lempicka (kadın) ve Fuel For Life'da olduğu gibi baş ağrısına sebep oldu Au Masculin. Bu anlamda çok hoş anılar bırakmadı arkasında.

Bahsetmem gereken bir konu da kokusunun içerdiği tatlılık. Başlangıcından itibaren tatlılık var. Orta kısımda vanilyanın da etkisiyle daha da şekerleniyor. Son kısım nispeten en az tatlı yeri. Buradaki şekerli hissi muhtemelen tonka fasulyesi veriyor. Açıkçası benim için biraz fazla tatlılığa sahip. Olumsuz yönlerinden birisi olarak değerlendirilebilir bu durum.

Bu haliyle bol tatlılık barındıran, piyasa kokusu olmaya çalışan, fazla bir şey vaat etmediğini düşünüyorum. Üzerime ilk sıktığımdan itibaren büyük değişim göstermiyor. Genel olarak aynı çizgide ilerliyor. Sürpriz yok, derinlik yok, farklılık yok. Bu durumun uzun kullanımlarda sıkıcı olacağını tahmin ediyorum. Hatta test sürecinde bile sıkıldım kokusundan.


Lolita Lempicka'da yoğun yapaylık mevcut değil. Fakat yüksek kaliteli yapısı da yok. Ortalama bir içkimsi vanilya kokusu olarak düşünülebilir. Eğer bu tür anason-meyan kökü parfümü arıyorsanız, her yerde uygun fiyatlara bulunabilecek seçenek olarak listenize alabilirsiniz. Onun dışında denemeseniz de büyük kaybınız olmayacaktır.

Parfüm yazarı Luca Turin kitabında Au Masculin’i, meyan kökü kolonyası olarak sınıflandırmış ve beş üzerinden dört  vererek oldukça beğenmiş. Parfümün tasarımını ünlü burun  Annick Menardo yapmış. Sonbahar-kış kullanımı için daha uygun. Sıcak yaz günlerinde bunaltıcı ve bıktırıcı olabilir. Genç arkadaşların denemesini tavsiye ederim. Üst yaş grupları için uygun olur mu şüpheliyim.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.




Koku Güzelliği:10/5.5

6 Ocak 2014 Pazartesi

Miller Harris – L’Air de Rien (2006)


Miller Harris – L’Air de Rien (2006)

"Seks ikonluğu, fotomodellik, modacılık, oyunculuk, şarkıcılık, hayırseverlik, insan hakları savunuculuğu, annelik… Ama onu bu dünyanın en parlak, en albenili yıldızlarından biri haline getiren şey hepsinden öte ilham periliği. En başında ve hâlâ… Unutmadan; insan hakları savunuculuğu mühim. Zira ünlü düşünür Bertrand Russell’ın kuzeni olan Jane Birkin, 12 yaşındayken Uluslararası Af Örgütü’ne kaydolmuş ve sistem karşıtı biri olan babasıyla birlikte idam cezası karşıtı bir yürüyüşe katılmış.

Jane Birkin 1966'da, henüz 20 yaşındayken beyazperdenin en önemli yapımlarından birinde küçük bir rol kaptı. Michelangelo Antonioni’nin Julio Cortazar’ın öyküsünden uyarladığı Blow Up’ta Birkin, iri gözleri, kahküllü düz saçları, uzun bacakları, androjen bedeni ve pervasız tavırlarıyla kelimenin tam anlamıyla göz dolduruyordu. İki yıl sonra ikinci teklifini aldı genç İngiliz oyuncu. Serge Gainsbourg’un Slogan adlı filminde başrol oynayacaktı. Sözleşmeyi imzaladığı gün, tarihin en müthiş aşk hikayelerinden birinin kahramanı olacağını elbette bilmiyordu.

Rivayete göre, şöyle gelişmiş hikaye… 1960'ların idollerinden Brigitte Bardot’nun sevgilisi 41 yaşındaki Serge Gainsbourg önüne çıkan her kızı yatağa atma girişimlerini hiç ihmal etmemesine rağmen, kırık dökük, anlaşılmaz bir Fransızcayla konuşan, daha da kötüsü rol arkadaşının bir pop kültür tanrısı olduğundan bütünüyle habersiz 22'lik Jane Birkin’e dönüp bakmamış bile. Hatta bir çekim sırasında hoyrat azarlarla küçük hanımefendinin kalbini bile kırmış. Jane’in ağlamaktan öyle gözleri şişmiş, kızarmış ki çekim o gün iptal edilmiş. Alkolik karizma da, yaptığına pişman olup onu yemeğe davet etmiş, bir kadeh şampanyayla gönlünü almak için… Ve işte o geceden sonra bir daha hiç ayrılmamışlar. Paris’in özgür ruhlu mekanlarının, ışıltılı dans salonlarının, travesti kulüplerinin tanık olduğu en fırtınalı aşk hikayesi başlamış.

                                                          Jane Birkin ve Serge Gainsbourg

İkili hiç ayrılmıyor, her yere birlikte gidiyor, konserlerde partilerde boy gösteriyor, bütün dergilerin kapaklarını süslüyormuş. Derken Gainsbourg, aslında Brigitte Bardot için yazdığı Je t’aime Moi Non Plus şarkısını Birkin’le birlikte söyleyince büyük olay patlak vermiş. Şarkının öyle küstah sözleri varmış, Jane öyle seksi bir sesle söylüyormuş, iç çekmeler finalde öyle utanmaz orgazm sesleriyle taçlandırılıyormuş ki İtalya, İspanya ve İngiltere radyolarında anında yasaklanmış. Albüm olarak yayınlanıp bir milyondan fazla sattığında iş daha da büyümüş, zira Papa bu şarkıyı dinlemenin günah olduğunu açıklamış. Jane Birkin o günleri “Birlikte çok eğleniyor ve başka hiçbir şeyi umursamıyorduk” diye anlatıyor. “Serge öyle tatlıydı ki. Dans etmeyi bilmezdi ama yine de Regine’s'e giderdik her gece. Sonra bir Rus kulübüne. Serge Sibelius’un Valse Triste’sini çaldırırdı müzisyenlere ve her birinin kemanına 100 franklık banknotlar sıkıştırırdı. Çıkıp bir taksiye atlar sonra da Meksikalı şarkıcıların sahneye çıktığı şahane bir mekana giderdik. Büyük caz ustası Joe Turner da orada çalardı. Gecenin sonuna doğru kendimizi Madame Arthur’un travesti kulübüne atardık. Serge’in babası savaştan önce orada piyano çalıyormuş. Kulüpte kadın kıyafetlerine bürünmüş beyefendiler dans ederdi. Daha önce hiç böyle bir şey görmediğim için bunu heyecan verici bulurdum. Serge’in kucağına oturur, ona cıvıl cıvıl bir şeyler anlatırlardı. Güneş doğunda Pigalle'de birer kruvasan alır yerdik. Evlerine dönmekte olan fahişelerin hepsi Serge’i tanırdı. Merhaba! Nasılsınız? Bugün hava güzel, değil mi? Küçük konuşmalar ve tebessümler eşliğinde öylece otururduk. Vay derdim içimden. Bu adam ne çok şey biliyor, ne çok kişiyi tanıyor. Fransa onun evi, Paris’in anahtarı onun ellerinde.” (Gülenay Börekçi - http://egoistokur.com)

Yukarıdaki uzunca alıntıda Gülenay Börekçi o kadar güzel anlatmışki Jane Birkin'i, yer vermemek olmazdı diye düşündüm. Her ne kadar 2000'li yıllarda eski popülerliği kalmamış olsa da İngiltere'nin en önemli yıldızlarından birisi Jane Birkin. Yeni nesil genç arkadaşlar aşina olmayacaktır muhtemelen. Fakat yaşı kırkın üzerine olanlar gayet iyi bileceklerdir Birkin'i. Bir çok filmde rol alan ve Oscar ödülüne dahi layık görülen aktrist Birkin, ilerleyen yıllarda kariyerine şarkıcılığı da ekledi. Yukarıda da bahsedildiği üzere onu asıl dünyaya tanıtan film, Serge Gainsbourg ile birlikte rol aldığı "Slogan" olmuştu. Ve rol arkadaşı ile yaptığı Je t’Aime Moi Non Plus şarkısı...

                             Jane Birkin ve Serge Gainsbourg'un ünlü düeti Je t'Aime Moi Non Plus

2006 yılına gelindiğinde Jane Birkin ile parfümör Lyn Harris, ortak arkadaşları fotoğraf sanatçısı Gabrielle Crawford sayesinde tanışırlar. Bu aynı zamanda sıcak bir dostluğun da kurulması için vesile olur. Bir süre sonra Lyn Harris, kendi döneminin kült sanatçısı için parfüm tasarlamaya karar verir. Böylece ortaya L'Air de Rien isimli parfüm ortaya çıkar. Miller Harris markasının kurucusu ve sahibi Lyn Harris, Birkin'e adadığı parfümü için şunları söylemiş bir söyleşisinde:

"Jane Birkin, Shalimar da dahil bazı parfümler kullanıyordu. Bu parfümleri ona her zaman Serge (Gainsbourg) alırdı. Fakat o bir tülü sevdiği gibi bir parfüm bulamamıştı. Ama o yeni deneyimleri sever ve ne istediğini gayet iyi bilen bir kadındır. O, çok güçlü ve ilham verici bir kadındır. Birkin, onun için tasarlayacağım parfüm için adeta benimle birlikte çalıştı. Kokunun içeriğine koyduğum her notayı onayladı. L'Air de Rien'de Fransız meşe yosunu, Tunus turunçgil yağı, tatlı misk, vanilya ve amber kullandık. Birkin kokuyu oluştururken, onun biraz kirli kokmasını ve eski evlere, tozlu kitaplara, parke cilasına benzemesini istedi. Aslında kokusunu serbest bırakmak onun fikriydi ama çok kısa zaman içinde kült bir modern klasiğe dönüştü L'Air de Rien."

Kısaca Jane Birkin'den, parfümün oluşturulma sürecini dinleyelim:

"Lyn'in Londra'daki harika laboratuvarına gittiğimde saatler geçirdim orada. Bana karşı çok cana yakındı. Ona, parfümler hakkında hoşuma gitmeyen hiç bir şeyi anlatmak zorunda kalmadım. Lyn'in yaratacağı parfümün, erkek kardeşimin saçı, babamın piposu, tozlu eski kitaplar ve Metrodaki eski günler gibi kokmasını istedim. Ama gerçekte böyle şeyler bir parfümde olamazdı ve bizde mecburen başka şeyler düşünmek zorunda kaldık.


Tasarlamayı düşündüğü parfümü psikolojik yönden ele aldı. Benim için önemli olan bir çok konu ve mekan hakkında zevkle konuştuk. Sanki, İstanbul'da bir kahve dükkanında, masaların altında oturan kediler gibiydik. Lyn, kokulardan oluşan portremi yapmaya çalışıyor gibiydi.

Onunla konuşurken bir taraftan da kağıtlara bir şeyler karalıyordum. O anda elimdeki çizimleri aldı ve "Hadi bunu şişenin içine koyalım" dedi. Yaptığınız şeyin güzel ya da ilginç olduğunu birilerinin söylemesi çok hoş."

Farkındayım sözü yine fazla uzattım. Artık geçeyim parfümümüze. L'Air de Rien, Fragrantica'da odunsu oryantal olarak sınıflandırılmış. Parfümün açılışı yine garip bir Miller Harris tarzında gerçekleşiyor. Üst notaları kokluyorum. Sanırım erkeksi çiçekler, kremsi misk ve biraz lavanta var. Karar vermek zor. Fena değil üst notaları. Orta kısımda kokuda değişim oluyor. Parfümün ana karakteri hayvansal vanilya ve amber baş role geçiyor. Hissedilir oradan da baharatlar da var. Eski kokan bu bölümü azıcık Shalimar'a benzettim. Hatta The Third Men' bile çağrıştırıyor. Belki de Jicky. Gerçekten ilginç ve başarılı hayvansallığa sahip. Uzak ara en sevdiğim yeri orta bölüm oldu. Son kısma geçeyim. Burada pudramsı vanilya var. Ona kremsi odunsu notalar da eşlik ediyor. Çok çarpıcı yada farklı değil sonları. Bence parfümün en sıradan kısmı kapanışı. Böylece de tenden ayrılıyor.

L'Air de Rien, genel olarak hayvansallığın yoğun olduğu bir parfüm. Fakat çok keskin ve rahatsız edici değil. Hayvansallık, vanilya ve egzotik amberle yumuşatılarak verilmiş. Parfümün ana aksını bu üçlünün oluşturduğunu düşünüyorum.Onun dışında başlangıçtaki tuhaf çiçekleri lavantaya benzettim. Fakat kendi sitelerinde neroli var. Daha önce denediğim neroli kokusuna hiç benzemiyor. Üst notalarda turunçgil de hissetmedim. Kremsi beyaz misk yüksek ihtimalle üst notalarda mevcut. Başlangıcı biraz alışılmamış denebilir. Orta kısım zaten hayvansal vanilya ve amberden oluşuyor. Biraz da baharatlar mevcut. Fakat genel kompozisyona fazla müdahil olmuyor baharatlar. Alt notalardaki sıradanlığa anlam veremedim. Sanki öylesine yapılmış veya ihmal edilmiş kapanış bölümündeki odunsular ve pudramsılık, kalite hissiyatından uzak. Keşke daha ilginç olsaymış sonları.


L'Air de Rien, Jane Birkin için tasarlanmış ve kokusu ona ithaf edilmiş. Tamam buraya kadar normal. Kokusunun bu kadar hayvansal olmasını yadırgadım bir kadın parfümü olarak. Bence bu kadar hayvansal parfümler, kadın kullanımına uymuyor. Biz, kadınlara daha çiçeksi kokuları yakıştırdığımızdan dolayı ön yargılı da olabiliriz. Ama bu parfüm bence güçlü erkeksi vurgusu olan yapıya sahip. Yada benim zihnimde bu tür kokuların yeri erkek kullanımı için. Bir kadın neden bu kadar hayvansal koksun ki.

Aslında bu hayvansallığın sebebi yukarıdaki Lyn Harris'in sözlerinde mevcut. Parfümün biraz "kirli" kokmasını Birkin istemiş. Buradaki kirlilik, toz-çamur anlamında değil. Edepsizlik ve erotiklik kast edilmiş. Belki de Birkin'in karakteri ile uyum sağlanmaya çalışılmış. Birkin'in, parfümün "erkek kardeşimin saçı, babamın piposu, tozlu eski kitaplar ve Metrodaki eski günler" gibi kokmasını istemesini anlayabilirim. Burada eskiye duyduğu özlem olabilir. Fakat L'Air de Rien'in kardeşinin saçı, tozlu kitaplar yada babasının piposu gibi kokmadığını düşünüyorum. Hele ki eski günlerdeki Metro kokusu!

L'Air de Rien, sevmesi ve kullanması kolay bir koku değil. Denemeden alınamayacak, herkese hitap etmeyecek kadar farklı ve zor. Onun için önce denemenizi tavsiye ederim. Eğer The Third Man, Jicky, Shalimar, Mouchoir de Monsieur gibi eski tarz hayvansal arkadaşları seviyorsanız, L'Air de Rien'e modern bir yorum olması bakımından şans verebilirsiniz.

Genel olarak büyük değişim göstermedi tenimde. Kalite hissiyatı belli seviyenin üzerinde. Kullandığınız zaman bol bol övgüler alabileceğiniz bir kardeşimiz değil. Daha mod veya ambians kokusu gibi duruyor. Günlük kullanıma uyabilir ama belki havanın kapalı olduğu depresif günlerde. 2006 yılında çıkarılmış olmasına rağmen, bence eski ve nostaljik kokuyor L'Air de Rien. Eskinin aristokratik olgun parfümlerine gönderme olarak düşünülebilir.


Parfüm yazarı Luca Turin'in kitabında "Kiber Geçidi" olarak tanımlanmış. Ayrıca beş üzerinden dört puan vererek çok sevdiğini söylemiş. Luca Turin kadar kokusunu kendime yakın bulamasam da benden beş üzerinden üç puan çalışır.

Eau de Parfum olarak satılıyor. Kadın parfümü olarak sunulsa da bence erkekler rahatlıkla kullanabilir. Tam bir sonbahar-kış parfümü. Belli yaşın üzerindeki (30 ve üzeri) arkadaşlara tavsiye ederim.

Koku Güzellği:10/7

3 Ocak 2014 Cuma

Yves Saint Laurent – M7 (2002)


Yves Saint Laurent – M7 (2002)

“Sex Sells”

Türkçeye kabaca "cinsellik her zaman talep görür" olarak çevrilebilecek bu söz, özellikle son yıllarda pazarlama şirketlerinin sıkça başvurduğu yöntemlerden birisi. Cinselliğin ürünlerin pazarlanmasında kullanılmasının, satışları arttıracağı öngörüsüne dayanıyor. Gösterişli ve sansasyonel pazarlama kampanyalarıyla, şirketler büyük kitlelere ulaşmaya çalışıyorlar. Ve tabiki asıl amaç daha çok satmak ve karlılığı arttırmak.

Anglo-sakson tarzı liberal sayılabilecek kültürlerde cinselliğin kullanıldığı reklamların etkisinin fazla olduğu söylenebilir. Fakat her kültür, yoğun cinsellik kokan reklamlara bu kadar özgürlükçü bakmayabilir. Hele ki bizim gibi muhafazakar sayılabilecek ülkelerde fazlaca alıcısı olur mu bu tür reklamların bilemiyorum.

Cinsellikten korkmayan bir adam olan Tom Ford, on iki yıl önce yine yapmıştı yapacağını. 2002 yılında Yves Saint Laurent markasının tasarım yöneticisiyken, M7 isimli bir parfümün üretilmesine onay verdi. Hatta bu parfümün pazarlama kampanyasıyla ilgilendi. M7'nin çok konuşulan ve kimileri için "şok edici" olarak nitelenen reklam afişleri her şeyi anlatıyordu.

Fransız erkek manken ve dövüş sanatları şampiyonu Samuel de Cubber'in M7'in reklam afişlerinde boy göstermesinin, normalde hiç bir problem yaratmaması gerekir. Fakat bu afişlerde Samuel de Cubber'ın çırılçıplak olarak poz vermesi ve bunun resmi tanıtımın bir parçası olması, muhtemelen çoğu kişi için (Avrupa'da olsa bile) kabul edilebilirlik sınırlarını aşma anlamına geliyordu. Hatta bir çok dünyaca ünlü moda dergisi bile sayfalarında bu afişleri sansürleyerek verdi okurlarına.

                  İşte Samuel de Cubber'li olay yaratan afiş. Mecburen afişin alt kısmını sansürledim :)

Şimdi burada can alıcı nokta biraz farklı. M7'nin reklam afişlerinde düzgün vücutlu ve çıplak bir erkek olması, onun farklı çağrışımlar yapmasına sebep oldu. Özellikle erkek eşcinsellerin (gay) çok daha dikkatini çekmişti M7’nin pazarlama kampanyası. Çünkü bir erkek parfümünde neden çıplak erkek figürü kullanıldığı sorusu gündeme geliyordu. Muhtemelen M7'nin fikir babası sayılabilecek Tom Ford'un da eşcinsel olması, böyle bir algı yaratmıştı. Tabiki burada "M7 eşcinsel erkeklerin parfümüdür ve onlara hitap etmektedir" gibi bir yaklaşımın altı fazlasıyla boş olacaktır. Yurt dışı merkezli parfüm platformlarında M7'nin çok büyük bir hayran kitlesi olduğunu anlamak zor değil. Neredeyse her parfüm severin koleksiyonunda bulunuyor M7. Hatta bir çok koku sever büyük kızgınlık duyuyorlar M7'nin üretiminin bitirilmesine. Yani M7 şimdiden parfüm severler arasında kült olmuş bir parfüm dersem yanlış olmayacaktır.   

Buradan hareketle Tom Ford’un amacına ulaştığı söylenebilir. M7 piyasaya sürüldüğünden itibaren büyük sükse yapmıştı ve sektördeki gözlerin ona çevrilmesini sağlanmıştı. Peki garip bir şifreye benzeyen M7 ismi ne anlama geliyordu? Yves Saint Laurent'in yedinci erkek parfümü olan M7, aslında "Male/Masculen 7"'nin kısaltılmış haliydi. Şişesini bile Tom Ford'un tasarladığı söylenen M7'nin provakatif reklamları için kısaca şöyle söylemişti Ford: "M7 için hazırlanan reklam kampanyasında saf ve bilge bir çıplaklık vardır. Parfümü nasıl olsa tenimizde kullanıyoruz, onun üzerine kıyafet giymeye ne gerek var ki. M7'nin reklamlarında, doğal ve rahat erkek güzelliği imajı veren bir adam göstermek istedim."

Sözü daha fazla uzatmadan geçeyim kokuya. M7, Fragrantica'da odunsu oryantal olarak sınıflandırılmış. Üzerime ilk sıktığımda neredeyse şekerli meyveler ve aromatik otlar karşıma çıkıyor. Meyvemsilik daha baskın. Sonrasında orta kısma geçiliyor. Burada aynı tatlı meyvemsi his devam ediyor. Ayrıca bütün ağırlığıyla öd teması ile karşılaşıyorum. Şekerli hale gelmiş öd diyebilirim. Öde hissedilir oranda kuru tütsü eşlik ediyor. Biraz da vetiver algılıyorum fakat çok gerilerden. Öd orta kısımda adeta tek oyun kurucu.  Geçeyim alt notalara. Tatlımsı öd hala baskın sonlarda. Orta notalarla paralel devam ediyor kokusu. Kapanışında kremsi odunsu notalar ve misk var. Böylece de tenden ayrılıyor.


M7, tenimde fazlasıyla düz çizgide ilerledi. Başlangıcındaki kısa süreli tatlı  meyve-aromatik otlar dışında neredeyse hiç değişmiyor. Öd-meyve-sandal ağacının kol kola girdiği bu arkadaş basit ve tek düze yapısıyla şaşırtıyor beni. Bu kadar övgüler alan ve büyük hayran kitlesi bulunan parfümün çok daha ilginç olmasını beklerdim oysaki. Fakat tenimde geçen saatlerin ardından hala o tek düze öd kokusundan başka hiç bir şey yok.

Bir başka şaşırdığım kısmı orta notalardaki zıtlık. Bu bölümde tatlı meyvemsi öd ağacına kuru ve karanlık tütsünün eşlik etmesi ilgi çekici. Öd oldukça tatlıyken, tütsünün karanlık ve kuru olması garip bir kontrast yaratmış. Hatta Chandler Burr’un dediği gibi hafiften plastiğimsi deri de olabilir. Vanilya destekli kremsilik bile diyebilirim. M7’nin kokusunu şöyle tanımlayayım: Tatlımsı kırmızı meyveler, kremsi odunsu notalar, öd, misk ve sandal ağacı. Kokusunun yumuşak ve uysal olduğunu düşünüyorum. Sert yada köşeli değil. Biraz yapaylık sınırında geziyor. Tatlımsı meyveler bağlamında, Joop Homme ile aralarında görünmeyen bağ var sanki M7’nin. M7’yi, Joop Homme’un çok daha kullanılabilir hale getirilmiş ve kalitesi arttırılmış uzaktan akrabası olarak yerleştiriyorum zihnime. Umarım yanılmıyorumdur.

M7, ağırlıklı olarak öd temasına sahip. Öd öyle büyük bir yer kaplıyor ki diğer notaları adeta eziyor. Yapaylık hissetmediğim öd biraz fazla tatlı geldi bana. Arap parfümlerindeki gibi hacı yağımsı gibi kullanılmamış öd. Modern, kremsi, sandal ağacı gibi ve Avrupalı olarak düşünebilirsiniz. Eğer öd kokusunu seviyorsanız ve niş parfümlere yüksek fiyatlar ödemek istemiyorsanız deneyebileceğiniz çok az seçenekten birisi ana akım markaların arasında.


M7 gerçekten de garip sayılabilecek ve ezber bozan bir parfüm. 2002 yılında böylesine öd ağacı kokusu çılgınlığı yaşanmazken ortaya çıkmıştı. Muhtemelen ilk önce ne olduğunu anlaşılamadı. Fakat ilerleyen yıllar, onu haklı çıkarmıştı. Eski formül M7’de fazlasıyla tatlı kullanılmış kremsi ve meyvemsi (kiraz) öd ağacının şaşırtıcı olduğunu söyleyebilirim. Zaman zaman kadınsı yönlerde taşıyan bu parfüm, söylendiği gibi erkeksi bir kalıba sığmayacak kadar değişken. Hatta bazen kadın ruju kokusu bile aldım M7’den. Bu durumda onu kadınlar kullanabilir mi? Kesinlikle evet. Peki sonuç ne olur? Kim bilebilir ki…

Biraz da ben provokasyon yapayım. M7, hissedilir oranda kadınsılık barındırıyorsa ve erkek parfümü olarak piyasaya sunulduysa, eşcinsel erkeklere hitap eden  ve onlar düşünülerek tasarlanmış bir parfüm mü? Her zaman ki gibi bu tür toptancı yaklaşımları kabul etmiyorum. Bu parfümü eşcinsel erkeklerde, maskülen erkeklerde hatta kadınlarda kullanabilir. Bu anlamda çok yönlü bir kokusu olduğunu düşünüyorum.

Kimileri M7'yi "ya aşık ol ya nefret et" olarak nitelendiriyor. Şöyle bir düşündüğümde ne aşık oluyorum kokusuna ne de nefret ediyorum. Zaten öd temalı parfümlerle aram fazla iyi değil. Belki de onun için M7 beni yeterince içine çekemedi. Bu parfüme aşık olanlardan affımı isteyerek diyeceğim ki, ortalama bir parfüm oldu benim nazarımda.

Bazı yorumcular M7'yi kirazlı öksürük şuruplarına bazıları da ilaç kutularına benzetmiş. Kullandığım eski sürümü (Vintage) olduğu için hiç öyle kokular almadım. Evet o meyvemsi yanı kiraza benziyor. Eski versiyonunda yapaylık yok denecek kadar az. Muhtemelen yeni formülasyonlarında o ilaç kokusu mevcut. Zaten yeni formülasyonundan neredeyse herkes şikayetçi. Parfümün ciddi anlamda farklılaştığı ve yapaylaştığı söyleniyor. Yeni formülasyonu denemediğim için karşılaştırma yapamayacağım.


Parfüm kritikçisi Luca Turin'in kitabında M7, öd ağacı olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinde dört yıldız verilmiş. Bir başka parfüm yazarı Chandler Burr ise şunları söylemiş M7 için:

"2002 yılında Yves Saint Laurent'in tasarımcıları Tom Ford and Chantal Roos, Alberto Morillas ve Jacques Cavallier'e M7 isimli bir erkek parfümü tasarlattılar. M7 muhtemelen başarısız olmuştu çünkü özü itibariyle kullanması çok zor bir kokuya sahipti. Biraz yanmış plastiğe, asfalt dumanına, yeni dökülmüş asfalta ve kömürleşmiş Gaiac ağacına benziyordu. Onun kokusunun karşılığı, Coen kardeşlerin bir filmi olabilirdi."

Sadece Burr ve Turin değil, ünlü parfümör Roja Dove'da M7 için şunları söylemiş: "M7 tarihsel olarak çok önemli bir parfümdür. O, öd (oud) temasını içeriğinde barındıran ilk parfümdür. Zamanının ötesinde bir öncüdür."

Bay Dove, M7'nin ilk öd temalı parfüm olduğunu iddia ediyor. Tabi böylesi bir ustanın beyanına güvenmekten başka bir seçenek yok sanırım. Yukarıda da bahsettiğim gibi kısa zamanda kült bir klasik haline gelen M7'nin üretimi geçtiğimiz yıllarda bitirildi. Eğer merak ediyorsanız elinizi çabuk tutun yoksa bir kaç yıl sonra M7'yi hiç bir yerde bulamayabilirsiniz.


M7'yi Jacques Cavallier ve Alberto Morillas gibi dünyaca ünlü iki burun birlikte tasarlamış. Kırmızı kışkırtıcı şişesine ise Tom Ford ve Doug Lloyd imza atmışlar. Sonbahar-kış mevsimi için kullanmak daha uygun olacaktır.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com’a teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/6.5

30 Aralık 2013 Pazartesi

Puredistance – M (2010)


Puredistance – M (2010)

Puredistance, Jan Ewoud Vos tarafından kurulmuş niş parfüm evi olarak kayıtlara geçebilir. Jan Ewoud Vos, fotoğraf sanatçılığı ve tasarımcılığın ardından parfümlerle de ilgilenmek istemiş. 2010 yılında kurulan Puredistance, ilk yıl, üç parfüm piyasa sürdü. Özellikle I isimli kadın parfümü oldukça ilgi çekti. Aynı yılın sonlarında M'de piyasaya sürüldü. 2011 yılında hiçbir parfüm çıkarmayan marka, 2012’de Opardu, 2013 yılında Black'i görücüye çıkardı. Henüz üç yıllık bir parfüm evi ve sadece beş parfüme sahipler. Sanırım ağır ağır ama sağlam adımlarla ilerlemek istiyorlar.

Puredistance'ı takip ettiğim yurt dışı parfüm platformlarında tanıdım. İsminden bu kadar çok bahsedilen bir markanın ilgimi çekmemesi düşünülemezdi. Özellikle bugün yazacağım M, adeta fenomen olmuş durumda. Böylesine talep gören ve hakkında bir çok şey yazılan parfümün incelemesini vakit geçirmeden yazmak istedim. Markanın kendisini nasıl konumlandırdığı ile ilgili gözlemlerimi de aktarmak istiyorum.

Evet bana da biraz garip geldi ilk başta Puredistance.  Jan Ewoud Vos isimli neredeyse hiç tanınmayan bir adam. Niş parfüm dünyasında henüz üç senelik yepyeni bir soluk. Acelesi olmayan bir marka olduklarını, son üç yılda sadece 2 parfüm çıkararak kanıtlamış durumdalar. I ve M isimli iki parfümü büyük ses getirmiş gibi görünüyor koku severler arasında.


Puredistance'ı fiyat bağlamında ele alarak durumu açıklayayım. Puredistance’ın daha önce hiç bir markada rastlamadığım 17.5 ml. şişelerinin fiyatlarının 165 Euro olduğunu gördüğümde ne diyeceğimi bilemedim. Hele ki kendi sitelerinde 100 ml. parfümlerinin 490 Euro olduğunu fark ettiğimde boğazıma küçük bir düğüm takıldı. Acaba doğru görüyor muyum diye tekrar kontrol ettim. Çünkü bir şişe parfüm için istenen bu müthiş rakam, dünyanın en pahalı markalarından birisi haline getiriyor Puredistance'ı. Yani niş markaların bile neredeyse iki katından yüksek fiyatlara satılması, onu niş üzeri bir segmente çıkarıyor. “Ultra lüks” sözünü pek sevmesem de sanırım Puredistance için söylenebilir. Aynı Nasomatto, Amouage veya Clive Christian gibi...

Otomobil dünyası ile karşılaştırma yapacak olursam karşımızda Aston Martin var diyebilirim. Zaten ilginç olan şey de M'in gri bir Aston Martin'den esinlenmiş olması. Bu bilgiyi bizzat kendi sitelerinden edindiğimi belirtmem gerek. M’in tanıtımı şu minvalde yapılmış:

"Puredistance - M (erkek ve kadın için), oryantal, deri, şipre kategorisindedir. Görkemli, şehvetli ve kompleks, aynı zamanda asil ve sofistikedir. Londra'da, parfüm profesörü ve en önemli otoritelerden olan Roja Dove tarafından tasarlanmıştır. M, gri bir Aston Martin'in iç mekanının konforlu şıklığından esinlenmiştir. M, klasik anlamda deri şipre kokusudur. Beklenmeyen oryantalliği ile modern ve özgünlük hissi verir. M, şık dumansı deri kokusu ile kuşatıcı ve konforludur. İlhamını, James Bond'un arabasından almıştır."


M'in açılışı yoğun portakal/portakal çiçeği ile gerçekleşiyor. Ferah ve hafif değil. Üst notalar için derin, detaylı ve yoğun denebilir. Biraz Tauer'lerin açılışını hatırlattı bana. Fakat Tauer'lerden çok daha başarılı bence. Başlangıcını sevdim. Orta notalarda kokusu oldukça değişiyor. Portakalın yerini tatlımsı keskin baharatlar ve deri alıyor. Derin, karanlık, dumansı ve egzotik. Baharat-deri ikilisine geri planda meşe yosunu, amber ve kabe samanı (vetiver) destek veriyor. Yüksek kaliteli baharatları çok sevdim. Orta notalar gayet başarılı. Sonlara gelindiğinde karanlık yapı devam ediyor. Baharatların etkisi azalırken, tatlımsı odunsu notalar kendisini gösteriyor. Tek düze ve vasat tatlı odunsu notalar küçük çaplı hayal kırıklığı yarattı. Kapanışını hiç başarılı bulmadım ne yazık ki.

Kendi sitelerindeki tanım olan oryantal ve deriye katılmakla beraber, şipre bölümünün nerede olduğunu çözemedim. M, koyu, karanlık, gotik bir baharat-deri-tütsü kombinasyonu gibi geldi bana. Sonları dışında yüksek kaliteli, ilginç, gizemli ve dumansı.

Daha özele inecek olursam, M, deriden ziyade baharat parfümü. Tarçın ve karanfil nefis kullanılmış. Hatta kimi zaman mesir macunlarını hatırlattı bana. Tatlımsı karanlık baharatlarla derinin güzel bir işbirliği var orta notalarda. Bu anda karşımıza çıkan ikili bence parfümün en etkileyici kısmı. Tütsünün de hatırı sayılır bir yeri var orta kısımdan itibaren. Alt notalarındaki sıradan odunsu notalardan ise bahsetmeme gerek bile yok.


Zengin ve dumansı bir deri-baharat kokusuna ihtiyacınız varsa Puredistance'ın kapısını çalmanız gerekecek gibi. Genel anlamda güzel bir arkadaş. Dolu dolu bir parfüm kokladığınızı hissediyorsunuz. Güçlü ve sağlam yapısı sizi memnun edecektir. Zaman zaman serseri zaman zaman depresif zaman zaman gizemli kokusuyla farklı bir deneyim yaşatacağını düşünüyorum size.

Kendi sitelerinde M’in şipre yönü vurgulanmış. Peki M, şipre mi? Bence kesinlikle değil. Belki başlangıcı için azıcık şipremsi denebilir. Fakat modern bir kokuya sahip olduğunu düşünüyorum. Eğer muhakkak bir şeye benzetilecekse, aromatik fujerlara daha yakın olduğu söylenebilir. Fakat çok güvenli kokmadığını söylemem gerek. Her deneyen arkadaşın sevebileceği gibi değil. Kullanması zor bir koku gibi duruyor. Karşı cinsten övgüler almak istiyorsanız M, iyi bir seçenek olmayabilir.

Değinmem gereken önemli bir durum daha var. M'in konsantrasyonu Parfum Extrait olarak verilmiş. Kendi sitelerinde %25 konsantre parfüm yağı olarak sunulmuş. Yani EDP'lerden bile daha yüksek bir oran. Çok az marka Parfum Extrait olarak üretim yapıyor. Aklıma ilk olarak Nasomatto geliyor. Bir de bazı markaların çok az parfüm için limitli üretim olarak sürdükleri kokularda kullanılıyor. Yani türünün az rastlanan örneklerinden Puredistance parfümleri. Fakat bu durum fark edilirliğini o kadar da etkilememiş. Kalıcılığı gayet iyi.


Parfümün tasarımcısı Roja Dove. M, uniseks olarak parfüm severlerin beğenisine sunulmuş. Oldukça şaşırdım bu duruma. Bence gayet erkeksi duruşa sahip. Bu parfümü bir kadının üzerinde pek hayal edemiyorum. Onun içindir ki erkek arkadaşlar listelerine alsalar iyi olur. Tam bir sonbahar-kış parfümü. Denemeden almak iyi fikir olmayabilir.

Koku Güzelliği:10/8