8 Mart 2016 Salı

Hermes – Equipage (1970)

Her parfüm için uzun uzun giriş yazısı yazmalı mıyım diye düşünüyorum. Kimi zaman canım pek bir şey karalamak istemezken, bazen de bir bakıyorum paragraflar birbirini kovalıyor. Kimi parfümler uzun yazıları hak ederken, bazılarını kısa kesmek gerekiyor.

Söz konusu klasikler olunca, canım uzun uzun yazmak istiyor. Guerlain’in Chanel’in ve tabii ki Hermes’in eski klasikleri muhakkak önemliler. Parfümler dünyasının bir dönemini anlamak için çok tipik örnekler bu klasikler. 1970’li yılların koku karakteriyle, 1980’lerinki farklı olabiliyor. Ara ara tipik olmayan örnekler de çıkabiliyor doğal olarak. Fakat parfümler genellikle o yılların koku karakterini yansıtıyorlar.

Hermes’in bence erkek parfümü olması gereken uniseks klasiği Eau d’Hermes’ten sonraki en önemli klasiklerinden Equipage, uzun zamandır merak ettiklerim listesinin başlarındaydı. Daha önce hiç kullanmadığım Equipage’ı seveceğimi tahmin ediyordum. Açıkçası çok yanılmadım ama bazı eksik tarafları da burnuma çarpmadı değil.

Ünlü parfümör Guy Robert tarafından 1970’li yılların hemen başında tasarlanan Equipage, aromatik, baharatlı ve odunsu olarak tanıtılmış. Ayrıca kendi sitelerinde Hermes’in ilk erkek parfümü olarak vurgulanması önemli. Equipage’ın başlangıcı aromatik turunçgillerle gerçekleşiyor. Limon, tozlu turunçgiller, biraz bergamot ve aromatik otlarla üst notalar size merhaba diyor. Açılışı 70-80’ler tadında. Eski ve tozlu. Üst notaları güzel. Orta bölümde nostaljik turunçgillere tatlı olmayan dumansı baharatlar ve tütün ekleniyor. Aynı baharatlar gibi tütün de kuru ve dumansı. Kimilerinin pipo tütününe benzettikleri orta bölümde bir parça da paçuli olabilir. Orta kısmı da sevdim. Son bölümde yine radikal değişim var. Kapanışta eskilerden bir dost bizi karşılıyor: meşe yosunu. Azıcık da vetiver var. Odunsuluğun hafif esintileri de burnunuza geliyor.

hermes equipage yen

Çoğu kişi bana katılmasa da Equipage’ın başlangıcında tozlu limon olduğunu düşünüyorum. Üst notalar kesinlikle iki öğenin üstüne kurulmuş: turunçgiller ve aromatik Akdeniz otları. Otlardan adaçayı, fesleğen ve diğerleri aklınıza gelebilir. Acaba hafiften nane de var mı? Aromatik şiprelere benzeyen üst notalar yeterince rafine ama biraz sönük. Orta kısımda baharatlar olaya dahil oluyor. Tabii karanfil epey domine ediyor orta bölümü. Küçük hindistan cevizi de yüksek ihtimalle orta bölümde var. Bence buradaki sürpriz tütün. Fazlaca tatlı verilmeyen dumansı tütünle baharatların uyumu başarılı ve epey tanıdık. Sonlardaki meşe yosunu hoş bir sürpriz yapıyor ama çok rafine değil. Bilemiyorum daha iyi verilebilirdi sanki.

Equipage, kendi sitelerindeki tanımı tam anlamıyla karşılıyor: Aromatik, baharatlı ve odunsu. Başlangıcı aromatik, orta kısmı baharatlı ve sonları odunsu. Katmanlı, erkeksi, şık, nostaljik ve beyefendi tarzı var. Üst yaş guruplarını hedefleyen, eski dünyanın centilmen erkeklerine hitap eden, yarı resmi tarza sahip, hafifçe de züppe yapısı, onu günlük kullanım için bir parça zorlaştırıyor. Evet, o kesinlikle züppe parfümü olmalı. Aileden zengin burjuvazinin orta yaş ve üzeri erkeklerine yakışabilecek, Mercedes değil de Aston Martin kullanan ve popüler mekanlar yerine akşamlarını golf kulübünde geçirenlerin parfümü olarak yer ediyor zihnimde.

Sonuç olarak tarzını ve vermek istediği mesajı anlıyorum Equipage’ın. Bu tür parfümleri seven birisi olarak bazı ufak pürüzler fark ettim. Bir kere başlangıçtaki turunçgilleri harika bulamadım. Sonları da pek başarılı gelmedi bana. Ayrıca performansı oldukça düşük. Kalıcılığı epey sınırlı. Fark edilirliği zayıf. Muhtemelen geçirdiği reformülasyonların etkisiyle bazı değişimler yaşamış. Beklediğim tadı alamasam da, bu önemli klasiği denemenizi tavsiye ederim.

resmi equipage yen

EDT formunda Equipage. Serin ilkbahar-sonbahar dönemi bence kullanım için en uygun zaman dilimi. Luca Turin’in kitabında dumansı odunsu olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinden dört puan verilmiş.

Koku Güzelliği:10/7

7 Mart 2016 Pazartesi

Barış

Ben barış için mücadele etmek istiyorum. İnsan savaş hizmetini reddetmediği sürece hiçbir şeyin savaşları ortadan kaldırması mümkün olmayacaktır. İnsanın inandığı bir şey, örneğin barış uğruna ölmesi, inanmadığı, örneğin savaş gibi bir şey yüzünden acı çekmesinden daha iyi değil mi? Ders kitaplarımız savaşı yüceleştirmekte, dehşetlerini ise anlatmamaktadır. Bu yöntemlerle çocuklara nefret aşılanıyor. Ben onlara barışı öğretmek istiyorum, nefreti değil; sevgiyi öğretmek istiyorum, savaşı değil.

 

Albert Einstein

3 Mart 2016 Perşembe

Frederic Malle – Lipstick Rose (2000)

Hani bayramlarda ya da düğün merasimlerinde, akrabalarınız veya tanıdıklarınızla tek tek sarılıp, hasret gidermeniz gerekir. Çocukken sizin tanımadığınız ama sizi tanıyan orta yaş üstü teyzeler yanağınızı mıncıklar “beni tanıdın mı?” diye sorar. Sonra da yanağınızdan öpüverir sıcak bir anaçlıkla. İşte o zaman yanağınızda ruj izi kalır ve belli belirsiz kokusu burnunuza gelir. O teyzelerin üzerinden de genellikle pudralı bir parfüm yayılır etrafa. İşte o konseptin bir parfüme konu olabileceği hiç aklıma gelmezdi.

Yukarıdaki sahne nereden mi aklıma geldi? İlk olarak Frederic Malle’in internet sitesindeki Lipstick Rose parfümünün tanıtımından. İkinci olarak kendi çocukluğumda çokça yaşadığım bu sahneden. Lipstick Rose’un resmi tanıtımında da karşıma çıkan “annenin ruj kokan dudaklarıyla oğlunu öpmesi” konsepti, parfümün ana karakterini oluşturuyor hiç şüphesiz. Gerçi parfümün yaratıcısı Ralf Schwieger bir söyleşisinde “Lipstick Rose’un tasarım aşamasında Malle’in karısından yardım aldığını düşündüğünü” söylemesi de şaşırtıcı değil. E bir parfüm gül ve ruj kokacaksa, ona tabii ki kadın eli değmeliydi.

Lipstick Rose’un açılışı kremsi pudra ve gül ile gerçekleşiyor. Biraz da kırmızı meyveler var sanki. Başlangıcı çok çarpıcı ve farklı olmasa da nostaljik ve tozlu. Orta kısımda büyük değişiklik olmuyor. Orta bölümde süsen ve menekşe de ekleniyor kompozisyona. Hala tozlu, pudralı, eski kokuyor. Son kısımda misk biraz kendisini gösteriyor. Bir gül parfümünde kapanışta miskin olması şaşırtıcı değil. Azıcık da vanilya bulunuyor ki, tatlılığı sağlamak için verilmiş olabilir.

Lipstick Rose, ilgi çekici isminin hakkını tam anlamıyla verebiliyor mu şüpheliyim. Evet ruj ve gül, gayet net şekilde her daim hissediliyor. Tozlu pudra da, onu kadın kullanımına yaklaştırıyor. Fakat yine de fazlasıyla düz çizgide ilerleyen, hiç sürpriz yapmayan, ortalama bir pudra kokusunu andırıyor. Sıradan bir marka böylesi işe imza atsa çok fazla eleştirmezdik ama söz konusu Frederic Malle gibi niş marka olunca tepkimiz farklı oluyor. Sonuç olarak o konsepti doğru vermişler ama sıradan sayılabilecek bir koku ile!

Lipstick_Rose rose yen

Birçok kadının kullandığı o standart deodorantları anımsattı bana zaman zaman. Yapaylık hissedilmese de, benim için farklı tarafı olmayan, fazlasıyla durağan ve aynı kokan bir çalışma Lipstick Rose. Eğer kırk yaşın üzerindeki bir kadınsanız önerebilirim ama günlük kullanımda bile sırıtabilecek ve sıkıcı olabilecek yapısı, benim için çok da çekici değil.

Sonuç olarak tozlu sahnelere çıkacak bir assolist değilseniz ya da kendinizi elli yaşlarında hiç evlenmemiş huysuz bir kadın gibi hissetmiyorsanız, Lipstick Rose sizin için doğru tercih olmayacaktır. Belki de olabilir, karar sizin. Onu şu üç kelimeyle hatırlayacağım muhtemelen: Pudra, pudra ve pudra…

Luca Turin’in kitabında menekşeli gül olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinden üç puan verilmiş. EDP formunda. Kalıcılığı kıyafet üzerinde müthiş. Tende daha sınırlı kalıcılığa sahip. İlk bir saatte fark edilirliği yüksek. Özellikle kapalı yerlerde biraz fazla kullanırsanız rahatsız edici olabilir. Tam bir kadın parfümü. Kırklı hatta ellili yaşlarındaki kadınların ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Sonbahar-kış mevsimi için daha uygun. Soğuk havaların parfümü Lipstick Rose.

tek rose yen

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/6

28 Şubat 2016 Pazar

Costume National – 21 (2007)

Kim sever ki sıkıcı matematiği. Sinemanın insanı içine çeken büyüsünün, edebiyatın ve okuma bağımlılığının anlatılmaz tadının, müziğin içimize işleyen sihirli ezgilerinin yanında matematik, anlamsız sayı karmaşası gibi gelir bana çoğu zaman. Neyse ki ilkokul seviyesindeki matematik bilgimle şu hesabı yapabiliyorum: 1986+21: 2007.

Yok, hayır, kabalaya, astro numerolojiye ya da ebcet hesaplarına kafayı takmadım. Gerçi Edip Yüksel’in 19 konusundaki çabasını takdir etsem de subliminal mesaj vermeye çalışmıyorum. Aslında konu basit. Costume National markasının kuruluş tarihi olan 1986’ya 21 rakamını eklediğiniz zaman karşımıza markanın 21 isimli parfümünün piyasaya sürülüş tarihi 2007 çıkar. İşte size Parfüm Merakı’nın kozmik bir hizmeti daha 🙂

Laf kalabalığını bırakırsam, Costume National’ın 21 parfümü, markanın kuruluşunun 21. yılını kutlamak amacıyla piyasaya sürülmüş tam da 2007 yılında. Tabii genellikle bu tür kutlamalar 10-20-25-50-100 gibi yıllarda yapılır ama Costume National’ın 21. yıllarını kutlamak nereden akıllarına geldi açıkçası bizi pek ilgilendirmiyor. Biz öze bakalım.

21’in eski tanıtımlarında parfümün uniseks olarak piyasaya sürüldüğü belirtilmesine rağmen çoğu yerde inatla kadın parfümü kategorisinde gösterilmesini anlayabilmiş değilim. Hatta çoğu mağazada kadın parfümü olarak satılmaya çalışılmasını, bembeyaz ve masum şişesine bağlamaya çalışmak istiyorum. İyi de şişesi beyaz parfümler mutlaka kadın parfümü mü olmalı. O zaman Kouros gibi bir canavarı nereye koyacağız?

resmi 21 yen

21, kendi sitelerinde şöyle tanıtılmış: “Beyaz saflık ve derin gizem.” Parfümden ziyade ruhani bir varlıktan bahsedildiği hissi veren 21’in başlangıcı mistik şekilde gerçekleşiyor. Egzotik ve derin amber, tam sevdiğim gibi. Biraz kremsi, tatlı ve vanilyamsı. Orta kısımda amberin etkisi devam ediyor. Ambere dumansı tütün ve baharatlar ekleniyor. Baharat derken kimyon, tarçın ve biber akla gelebilir. Tabii tonka fasulyesi önemli rol oynuyor orta bölümde. Karmaşık ve yoğun orta notalar. Son kısımda bir parça sakinleşme söz konusu. Vanilya kapanışta da etkili. Hatta alt notaları domine ediyor tatlımsı, yarı pudralı vanilya. Ortalama şekilde gerçekleşiyor son bölüm.

21, şaşırtıcı derecede baskın bir amber parfümü. Oysa açıklanan notalarında bulunan süt, aklımda tamamen farklı imaj çizmesini sağlamıştı 21’in. Kullanım döneminde gördüm ki, 21 süt teması üzerine kurgulanmamış. 21, kesinlikle egzotik amber kokusu. Baharatlı, tütünlü bir amberden bahsedilebilir.

Geleyim süt meselesine. Açıklanan notalarında süt görülüyor. Büyük ihtimalle süt hissiyatını verecek olan nota vanilyadır. Bazı yorumcuların bahsettiği üzere süt kokmuyor ama vanilya her daim hissediliyor. Hatta daha da ileri gidilip pirinçli, sütlü pudinglere benzetilmesini, bir sütlaç sever olarak kafamda oturtamadım.

21, bence epey zengin kokuyor. Birçok nota, zaman zaman kendisini gösteriyor. Fakat bu kadar çok nota hafiften bir karmaşa da yaratıyor. 21 ismini, parfümün 21 adet notadan oluştuğuna bağlayanlar da var. Her ne kadar 21 farklı koku burnunuza gelmiyorsa da, bence anlaşılması zaman isteyen parfümlerden.

costume_national_21 yen

Bırakın kadın parfümü olmayı, uniseks bile denmez bence 21 için. Erkek kullanımına çok daha yakın. Ve tam soğuk hava parfümü. Kimilerinin Prada Amber’e (kadın versiyonu) benzettiği 21, muhtemelen içeriğindeki paçuli sayesinde bu algıyı oluşturuyor. Başlangıcını ve tonka fasülyesi kullanımını Bogart Pour Homme’a benzettiğimi belirtmeliyim. Umarım yanılmıyorumdur.

Sonuç olarak 21, fena parça değil. Her ne kadar günlük kullanıma çok uyacağını düşünmesem de, nişlere yaklaşan kalitesi ve koku karakteriyle iyi seçim olabilir. Fakat Costume National’ların fiyatlarının ana akım rakiplerinden bir parça yüksek olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Ayrıca kimilerinin modern olarak tanımlamasına da katılamayacağım. Bence hafiften eski-tozlu yapısı başlangıç ve orta kısımda hissedilebiliyor. Bu da onu eski erkeksi fujerlere yaklaştırıyor.

Luca Turin’in kitabında anasonlu oryantal olarak sınıflandırılan 21, beş üzerinden üç puan alabilmiş. Tania hanım da Prada Amber’e (kadın versiyonu) benzetmiş 21’i.

EDP formundaki 21’in fark edilirliği ilk anlarda oldukça yüksek. Bence genel performansı yeterli. Daha fazlası rahatsız edici olabilir. Çok genç arkadaşların denemesinden ziyade, otuz yaş üzerindeki arkadaşlara tavsiye ederim.

blogcuaary yen

Bir diğer tartışmalı konu parfümün tasarımcısı. Kimi kaynaklarda Juliette Karagueuzoglou kimi kaynaklarda Laurent Bruyere ismi geçiyor. Açıkçası tam çözebilmiş değilim bu durumu. Bu arada parfümün şişesinin, Costume National’ın kurucusu Ennio Capasa tarafından tasarlandığı söyleniyor.

Koku Güzelliği:10/7

24 Şubat 2016 Çarşamba

Parfum d’Empire – Aziyade (2008)

“Edward W. Sait, Şarkiyatçılık adlı kitabında, doğuya olan ilgiyi şöyle yorumlar: “Şark dipsiz acayiplikler kuyusundan çıkma, neredeyse cürüm kabilinden (ama asla gerçekten cürüm olmayan) davranışlardan ötürü seyredilir. Duyarlılığıyla Şark’ı kateden Avrupalı bir seyircidir; asla olup bitene dahil olmaz, her zaman aynı durur.” Ama Pierre Loti’nin konumu bir Avrupalı olarak çok farklıdır. O, Hatice’ye (Aziyade) gönlünü kaptırınca Türkçe öğrenir, Müslümanların oturduğu Eyüp’te ev kiralar ve Türk gibi giyinip, Arif Efendi kisvesiyle karşımıza çıkar. 1876’da başlayan İstanbul ve Türkiye macerası 1921’e kadar aralıksız sürer. Zaten iki yıl sonra da ölür. Pierre Loti “sadece tek bir amacın peşinde koştu; Türk peri masalının ve Osmanlı gerçeğinin özel yorumlamasından oluşan bilge karışımı yaşamaya ara vermeden kente duyarlı bir saygıyı dile getirmek.”

Sayın hocamız Galip Baldıran’ın Pierre Loti ile ilgili makalesinden alıntıladığım yukarıda tespitler, bir kitapla ilgili. Hangi kitap mı? Ülkemizde uzun yıllar yaşamış ve ismi İstanbul’da bir bölgeye de verilmiş ünlü yazar Pierre Loti’nin Aziyade kitabından bahsediliyor. Pierre Loti’nin Aziyade romanında, evli bir Türk kadın ile aşk yaşayan bir Avrupalının hikayesi anlatılır. Tabii 1870’li yılların Osmanlı Devletinde bu tür yasak aşkların nasıl karşılanacağı tahmin edilebilir fakat aşkın önünde kim ve hangi evlilik durabilir ki?

Takvim 2008 yılını gösterdiğinde, Fransa merkezli niş parfüm evi Parfum d’Empire bu yasak aşktan ilhamını alarak Aziyade isimli parfümü piyasaya sürer. Anlaşılacağı üzere, Aziyade parfümü, Pierre Loti’nin ünlü romanı Aziyade’den ismini ve konseptini almış. Zaten markanın internet sitesinde de bunu destekleyen bilgiler mevcut.

loti res

Tabii kendi sitelerindeki tanıtımları biraz karışık ve abartılı. Yasak aşkın meyvesinden tutun da şarap tanrısı Diyonisos’a, antik Mısır’ın baharatlarından, eski Romalıların erotik şölenlerine, Sümerlilerin fuhuş ayinlerine kadar geniş skalada tanıtım yapılmış. En son, vanilyanın Aztek imparatorluğunun afrodizyağı olduğundan bahsedildiğini okuduğumda kendimden geçmişim 🙂 Bakalım bu kadar tarihi ve detaylı tanıtımı yapılmış Aziyade parfümü, beklentileri ne kadar karşılayabiliyor.

Aziyade’in başlangıcı ferah olmayan lezzetli meyvelerle gerçekleşiyor. Ağız sulandırabilecek kadar leziz meyvelerden ayırt edebildiklerim şeftali, erik, kiraz. Açıklanan notalarında hurma ve nar da bulunuyor. İki nota da pek karşımıza çıkmıyor. Bence hurmadan ziyade ekşi kırmızı meyveler baskın ilk dakikalarda. Başlangıcı güzel. Orta bölümde mayhoş meyvelerin etkisi devam ediyor. Bu sefer devreye meyvelerle harmanlanmış tütün ve aromatik baharatlar giriyor. Tütün, hafiften dumansı hava veriyor ki bu hissiyatı seviyorum. Baharatlardan öne çıkanlar tarçın gibi görünüyor. Baharatlı, tütünlü, reçineli orta bölüm bence parfümün en başarılı tarafı. Son bölümde vanilya ve tütsü var ama etkisi oldukça azalıyor kapanışta. İşte size Aziyade.

Ana tema şu olabilir: Mayhoş meyvelerin sardığı baharatlı tütün ve sıcak reçineler. Genel olarak modern ve kabul edilebilir oranda tatlılık barındırıyor. Gayet lezzetli bir baharat parfümü denebilir son tahlilde. Eskiden çok sevdiğim meyveli parfümler, artık eskisi kadar ilgimi çekmiyor muhtemelen. Yine de bu tür mayhoş meyvelerin yüksek kaliteli olarak verilmesine karşı zaafım var.
yatik aziyade yen
Aziyade’de Serge Lutensvari kuru ve yarı karanlık meyvelerden bahsedilebilir. Zaten Aziyade’yi çoğu kişinin Arabie’ye benzetmesi bu sebepten olabilir. Gerçi Arabie çok daha dumansı ve baharatlı. Aziyade biraz da meyveli Arabie’ye göre. Arabie’yi kullanması biraz zorken, Aziyade günlük kullanım için çok daha uyumlu. Arabie mesir macunu gibiyken, Aziyade yüksek kaliteli vişne suyuna benziyor bence.

Tabii modern meyveli niş parfümler deyince aklıma iki isim geliyor: Plum Japonais ve Feminite du Bois. Aziyade’in rakibi olarak bu iki arkadaş gösterilebilir. Aziyade bu iki örnekten daha sıcak, reçineli ve sanki azıcık içkimsi. İçlerinden hangisini seçeceğiniz ise size kalmış.

Sonuç olarak yine yüksek kaliteli bir işe imza atmış Marc-Antoine Corticchiato. Canlı, pozitif ve dinamik kokuyor Aziyade. Çok büyük değişimler geçirmese de bu tarzın en iyi örneklerinden birisi olduğu söylenebilir. Ferah sayılamayacak tarzına istinaden, sıcak yaz mevsiminde kullanmak iyi fikir olmayabilir. Serin havaların kokusu sanki.

Luca Turin’in kitabında İran tatlıları olarak sınıflandırılmış ve beş üzerinden üç puan verilmiş.
bahce sis
EDP formunda Aziyade. Kalıcılığı normal. Fark edilirliği ilk yarım saat gayet iyi. Sonrasında tene yaklaşıyor. Hem kadınlar hem de erkekler için uygun olduğu belirtilen Aziyade, bence bir parça erkek kullanımına yakın ama kadınların da kullanması tuhaf kaçmayacaktır.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/7

21 Şubat 2016 Pazar

Umberto Eco

Ölüm, yolcunun dinlenmesi, tüm çabaların sonudur.

20 Şubat 2016 Cumartesi

Lalique Pour Homme (1997)

Açıkçası şaşkınım! Lalique’in, şimdiye kadar elliden fazla parfüm piyasaya sürdüğünü yeni farkettim. Ünlü mücevher markası Lalique’in, 1990’lı yılların başlarından itibaren parfüm alanına yatırım yaptığını biliyoruz. İlk parfümleri Lalique for Women’dan bu yana, koleksiyonu giderek büyütüyorlar.

Encre Noire’in belki de beklenmeyecek kadar büyük başarısının ardından gözler Lalique’in yeni çıkacak eserlerine çevrilmişti. Encre Noire’in farklı versiyonları piyasaya sürülmeye devam ediyor. Fakat bugün, Lalique’in geri planda kalmaya mahkum olmuş erkek parfümü Lalique Pour Homme’a göz atacağım. 1990’lı yılların sonlarında yaratılmasına rağmen, kullanım döneminde gayet modern auraya sahip olduğunu düşündürttü bana.

Kendi sitelerinde ferah, odunsu, ambersi olarak sınıflandırılmış ve şık, rafine erkekler için tasarlandığı iddia edilmiş. Lalique Pour Homme’un başlangıcı ferah sayılamayacak bergamot ile gerçekleşiyor. Hafif tozlu bergamota, kısa süre içinde lavanta ekleniyor. Erkeksi ve olgun hissi veren başlangıcını beğendim. Orta bölümde lavanta biraz daha öne çıkıyor. Ona pudralı ve şekerli olmayan vanilya ekleniyor. Bu andan itibaren vanilyalı lavanta haline dönüşüveriyor. Orta kısım da fena değil. Son bölümde lavanta artık yok. Vanilyanın etkisi azalıyor. Odunsu kapanış damga vuruyor alt notalara. Tabii hissedilir oranda deri de var. Hem deri hem sedir ağacı benzeri odunsular biraz plastiğimsi. Kapanışı eh işte.

Lalique Pour Homme, uzun zamandır kullandığım en çabuk gerçekleşen parfüm. Evet bu cümle saçma gelebilir size. Bende yazarken anlamsız buldum ama öyle. Yani biraz hızlı olup bitiyor her şey. Başlangıçtaki bergamota hemen lavantanın eşlik etmesi, sonrasında bergamotun çabucak geri çekilmesi, bir kaç saat sonra hemen vanilyanın ortaya çıkması, sonrasında hoop derinin gelmesi ve kapanışın odunsulukla gerçekleşmesi. Notaların kronolojisi aşağı yukarı böyle. Adeta eski, hızlı çekim filmlere benziyor.

afis yen

Lalique Pour Homme, yeterince erkeksi, lavantalı, derili, vanilyalı bir sedir ağacı kokusuna benziyor. Kimi kullanıcıların süsen (iris) ve meşe yosunundan bahsetmelerini ilginç buldum çünkü bu iki notaya da denk gelemedim ya da dikkat etmedim. Bence bu parfüm lavanta, vanilya ve deri üzerine kurgulanmış. Kendi sitelerindeki ferah vurgusunu da pek doğru bulmadım. Hiç de ferah kokmuyor. Ha ferah yerine aromatik deseler belki daha uygun olurdu. Görüyorsunuz, şimdi de tutmuş koca markaya akıl vermeye kalkıyorum. Bu blog yazarlığı tuhaf hale getirdi beni 🙂

Sonlarındaki kontrollü-steril yapaylığı saymazsam gayet temiz ve yumuşak başlı davranıyor. Saldırgan ve maço değil. Etrafa yayılımı sınırlı, kalıcılığı da epey düşük. Özellikle ten üzerinde bu kadar az kalan bir parfüm uzun zamandır kullanmamıştım. Eğer performans meraklısıysanız sizin için iyi seçim olmayacaktır.

Sonuç olarak çekingen karakterli, harika kokmayan ama günlük kullanıma ve takım elbiseye çok yakışacak, otuz yaş üzeri erkekleri hedeflediğini düşündüğüm, Lalique Pour Homme, ortalama bir parfüm, her yönüyle. Eğer bir şişesini almazsanız büyük şeyler kaçırmazsınız, alırsanız da pişman olmazsınız.

yakin

Maurice Roucel’in elinden çıkmış Lalique Pour Homme. Erkek parfümlerinde çok görmediğimiz şekilde hem EDT hem de EDP versiyonu bulunuyor. Benim kullandığım EDP olanıydı. Şişesini bizzat Marie-Claude Lalique’in tasarladığı söyleniyor. Sıcak yaz mevsimi dışında her zaman kullanılabilir.

Koku Güzelliği:10/6.5

15 Şubat 2016 Pazartesi

Tauer – PHI Une Rose de Kandahar (2013)

Hikayenin başlangıç tarihinin 2013 yılının Haziran ayı olduğunu söyleyebiliriz. İsviçre deyince aklımıza gelen bilim adamı klişesi, uzun zaman sonra Andy Tauer ismiyle yer değiştireceğe benziyor. Parfümör Andy Tauer, 2013 yılının Haziran ayında bir gül yağı kokusu test eder. Bu gül yağının tamamen doğal olduğu ve kendisine Afganistan’dan geldiği söylenir. Kalitesine hayran kaldığı bu gül yağından elinde sadece elli gram kadar vardır ve şöyle düşünür “elli gram gül yağını kullanıp, parfüm yapabilirim.”

Bay Tauer, zihninde yer eden Afganistan gül yağı üzerinde çalışmaya devam eder. 2013 yılının Ağustos ayının son günlerinde karşımıza şu formülle çıkar: ” 3% oranında gül yağı, 2% oranında doğal kayısı yağı, 0.4% oranında tarçın kabuğu ve acı badem yağı, 3% bergamot ve diğerleri.” Parfümdeki sentetiklerin 50% civarında yer almasını düşünmektedir.

Eylül 2013’ün sonlarında formül büyük oranda oluşmuştur: ” 3% gül yağı, %2.5 kayısı yağı, 3% tütün özütü, 9% paçuli yağı, 3% bergamot, 1.5% burbon sardunya, 0.35% tarçın kabuğu yağı, 0.3% acı badem yağı.” İşte size son zamanların en ilgi çeken Andy Tauer parfümü PHI Une Rose de Kandahar’ın sihirli formülü.

Kendi sitesinde parfümlerinin içeriklerini bu denli detaylı açıklayabilecek kadar rahat Andy Tauer. Afganistan’dan aldığı elli gramlık gül yağıyla, yüzlerce şişe parfüm çıkaramayacağını ama PHI Une Rose de Kandahar’ın limitli üretim olmayacağını söyleyecek kadar da açık sözlü. İlk çıktığı günden itibaren merak ettiğim PHI Une Rose de Kandahar, Parfüm Merakı’nın ukala burnunu dolduruyor günlerdir. Bakalım sonuçlar nasıl?

kendi

PHI Une Rose de Kandahar’ın açılışı meyvemsilikle gerçekleşiyor. Muhtemelen kayısı, üst notalardaki tatlı ve kremsi meyvenin karşılığı. Ferah olmayan meyveler bir parça pudramsı. Orta bölümde parfümün ana yapısı ortaya çıkıyor. Meyvemsilik geride kalırken, yağlı, tatlı ve tozlu gül karşımıza çıkıveriyor. Eski tarz güle, bir pinçik tütün ve baharatlar ekleniyor. Tütün ıslak ve yağlımsı. Bu andan itibaren garip bir dumansılığın etkisine giriyor. Sevmesi zor ama oldukça çarpıcı. Geleyim kapanışa. Son bölümde kuru baharatlar etkili. Fazlaca tatlı olmayan vanilya ile baharatların uyumu çok güzel. Fakat alt notalarda oldukça zayıflıyor.

Bizzat Andy Tauer, parfümünü şöyle tanımlamış: ” Evet o, geri planında tütün, amber, karanlık paçulinin desteklediği meyveli, kayısılı gül parfümü.” Kokunun yaratıcısı olarak Andy Tauer’in söyledikleri tabii ki önemli. Ben de katılıyorum bu açıklamaya. Hatta bu cümle, parfümün genel konseptinin kısa özeti gibi. İlave olarak şunu söyleyeyim. “Neredeyse içkiye yatırılmış tütün yapraklarının üstüne dökülen baharatlar (tarçın), yanına konan tozlu-arabik gül ve paçuli yağı.” Bay Tauer, bu tespitime katılır mı bilinmez.

PHI Une Rose de Kandahar, başlangıcından itibaren sıradan piyasa işi kokuya sahip olmadığını gösteriyor. Olgun ve nostaljik-köhne yapı, parfümü kimi zaman paçuli yağlarına kimi zaman bozulmaya yüz tutmuş gül yağlarına yaklaştırıyor. Oldukça karakteristik ve farklı bir parfüm. Bildiğiniz anlamda gül kokularına benzemiyor. Azıcık hayvansı, vanilyamsı, kremsi, tatlı (tonka fasulyesinin rolü büyük), yağlımsı ve Arap esintili parfümleri çağrıştırıyor. Gerçi parfümün ismindeki Kandahar, onun doğuya ait olduğunu vurguluyor adeta.

Geleyim ismindeki güle. Gül, asla Oud İspahan, Black Aoud ya da diğer muadillerine benzemiyor.  Daha çok Patchouli Imperial ve Royal Bain’in yüksek kaliteli karışımı gibi. Ağır, ağdalı, sevmesi ve kullanması zor. Tatlılık fazla. Pudralı sayılabilecek yapı, gül ile birleşince zaman zaman kadın parfümü hissiyatı veriyor. Gerçi uniseks olarak sunulmuş. Kendinizi alıştırmanız gerekiyor onu kullanabilmek için. Açıkçası çok derin ve katmanlı değil bence. Başlangıcı ve orta kısmı aynı düzlemde ilerliyor. En büyük değişim son kısımda gerçekleşiyor.

cicek

Sonuç olarak parfümü sevdim mi? Aşık olmadım ama arkasındaki fikri sevdim. Bay Tauer’in Afganistan’ı ve Kandahar’ı hatırlatan konsepte imza atmasını anlamlı bulurken, o coğrafyadaki savaşları anlamsız buldum. Bölgedeki yüksek dağlarda yetişen gül kokusunun hayalini kurdum. Kandahar’ın bir kasabasındaki toprak yollarda dolaşan ayakları çıplak çocuğun, değişmesi zor kaderini düşünüp, hüzünlendim. 14-15 yaşındaki kız çocuklarının zorla evlendirilmesine isyan ettim. Cehalete kızdım, radikallere lanet okudum ve mutluluk güneşinin, aydınlık geleceğin, bir gün bu bölgelerden de doğacağını ümit ettim.

PHI Une Rose de Kandahar, Eau de Parfum (EDP) formunda. Kalıcılığı gayet iyi. Çoğu kişi fark edilirliği yüksek demiş ama bende pek öyle olmadı. Tam bir kış parfümü. Ilık günlerde bile ağır gelebilir. Yaş ve deneyimi isteyen bir arkadaş bence. Denemeden almanın ise hiç iyi fikir olmadığını belirtmeliyim.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/7

11 Şubat 2016 Perşembe

Chanel – Coco Mademoiselle (2001)

Aradan geçen yıllar bize gösteriyor ki boynuzun kulağı geçtiği örneklere yenisi eklenmiş durumda: Coco Mademoiselle.

Hypnotic Poison’un, ablası Poison’dan çok daha popüler olması ve sevilmesi, Eau de Merveilles’in, Elixir isimli başarılı devam çalışması ve Miss Dior’dan ismi daha çok duyulan devamı Miss Dior Cherie. Tabii durum erkek parfümlerinde de benzer seyrinde. Dior Homme’dan çok daha ilgi çeken Dior Homme Intense’i ve L’Homme’un pabucunu dama atan La Nuit de L’Homme.

Aslında şöyle bir düşündüğümüzde çok sık rastlanan durum değil, devam parfümlerinin asıllarından başarılı olup, öne çıkması. 2001 yılında, Chanel’in baş parfömürü Jacques Polge, belki de riskli sayılabilecek hamle ile ünlü klasikleri Coco’ya yeni bir arkadaş hediye etti. Bu isim Coco Mademoiselle olacaktı.

1984 yılında çıkan Coco, Chanel’in sevilen parfümlerindendi ama Coco Mademoiselle, yıllardır dünyanın en çok satan kadın parfümleri arasında. Hatta Amerika pazarında bir numarayı çok az kaptırıyor rakiplerine. Bu anlamda müthiş bir seven kitlesinin olduğu söylenebilir Coco Mademoiselle’in.

Top5USWomens

Kendi sitelerinde “kadınsı, seksi, genç ve etkileyici” sıfatları layık görülmüş onun için. Ayrıca parfümün ilhamını genç Coco Chanel’in ruhundan aldığı belirtilmiş. Modern oryantal olarak sınıflandırılan Coco Mademoiselle’in açılışı ferah sayılamayacak turunçgillerle gerçekleşiyor. Kısa süre sonra ona çiçekler eşlik ediyor. Başlangıcı için portakallı beyaz çiçeklerin hakimiyetinde denebilir. Orta bölümde parlak ve yapay amber karşımıza çıkıyor. Beyaz çiçeklerin eşlik ettiği orta bölüm, metalik ve rahatsız edici. Son bölüm parfümün en sevdiğim yeri oluyor. Burada, orta kısımda ipuçlarını aldığımız paçuliye fazlaca tatlı olmayan vanilya ekleniyor. Sıra dışı olmasa da başarılı kapanışa sahip.

Coco Mademoiselle anladığım kadarıyla portakallı beyaz çiçekler (portakal çiçeği ve yasemin) ve paçuli üzerine kurulmuş. Diğer unsurlar destekleyici gibi düşünülebilir. Gerçi çok da fazla notanın desteklediği söylenemez. Bir tek misk, parfümün üzerinde dolaşıyor orta bölümde. Derin, detaylı değil. Hatta yüksek kalite hissiyatı da vermiyor.

Orta kısımdan itibaren burnumu tırmalayan yapaylık, en sevmediğim haliyle verilmiş. Bu tür metalik amberden gelen yapaylık, cazgır ve tırnaklarını çıkarmış beyaz çiçeklerle desteklenince, bünyemde “aşırı doz” uyarısı yaptı. Neredeyse her kullandığımda hafif çaplı baş ağrısı ataklarına sebep oldu. Okuduğum kadarıyla bu durumdan çok fazla kişi muzdarip. Eğer migren ve ileri düzeyde sinüzitiniz varsa Coco Mademoiselle’i kullanırken bir daha düşünün. Eğer kullanmayı kafanıza koyduysanız da ağrı kesici hapınızı cebinizde bulundurmayı unutmayın.

Sadece başımı ağrıtsa iyi. Düşük kalite hissiyatı, büyük hayal kırıklığı yarattı. Bu kadar meşhur parfümün böylesine özelliksiz olabileceğini tahmin etmezdim. Başyapıtla karşılaşacağımı düşünürken, sıradan çiçeksi yapı tam da “hayaller-gerçekler” durumuna sebep oldu. Ama sonradan düşündüm ve popüler, çok satan parfümlerin genellikle vasat olduğunu aklıma getirdim. Ruhumu rahatlattım.

tek sis

Sonuç olarak sevemedim Coco Mademoiselle’i. Kıyafete sıktım, farklı kollarıma uyguladım. Gündüz ılık saatlerde boca ettim, sabahın oldukça serin anlarında şansımı denedim. Pek değişiklik olmadı. Kullanım döneminde, bu parfümü daha önceleri başkalarından ne kadar çok duyduğumu fark ettim. Kimi kadınlarda harika kokan Coco Mademoiselle, muhtemelen benim erkek tenimle anlaşamadı.

Luca Turin, Coco Mademoiselle’i çiçeksi oryantal olarak sınıflandırmış ve beş üzerinde dört puan vererek oldukça beğenmiş.

Kullandığım Eau de Parfum (EDP) versiyonuydu. EDT ve Parfum (Pure Parfum) versiyonları da mevcut. Kalıcılığı iyi. Fark edilirliği başlarda yüksek. İlk on beş dakikadan sonra normale dönüyor tende. Kıyafet üzerinde fark edilirliği daha yüksek. Bence soğuk günlerin parfümü. Geç sonbahar-kış dönemine uyacaktır.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/5

7 Şubat 2016 Pazar

Etat Libre d’Orange – La Fin Du Monde (2013)

Toparlanın gidiyoruz, dünyanın sonu geliyor!

21. yüzyılın ilk on altı yılında dünya çapında gelinen noktanın iç açıcı olmadığının farkındayım. Savaşların, ölümlerin, göçlerin, acıların eksik olmadığı bilgi çağında, yaşananları her an takip ediyoruz. Dünya bundan daha kötü hale gelir mi? Neden olmasın.

Kıyamet senaryolarını bir kenara bırakacak olursam, dünyanın sonunun geldiğini bir tek biz değil, 1900’lü yılların başlarında, iki dünya savaşı yaşamış Avrupalı aydınların da söylediğini görüyoruz. İsviçre doğumlu fakat Fransız vatandaşı Blaise Cendrars, ilginç yaşam öyküsünü, yazdığı şiirleri ve romanlarıyla süslemiş. Modern Fransız edebiyatının en aykırı isimlerinden olarak gösterilen Blaise Cendrars’ın eserlerinde gerçeküstücülüğe yaklaştığı bile söylenir. Onun 1919 tarihli “The End of the World, Filmed by the Angel of Notre Dame” romanının, 2013 yılında niş parfüm evi Etat Libre d’Orange’ın eserine ilham kaynağı olduğu söylenebilir.

La Fin Du Monde’un (Dünyanın Sonu) tanıtım görsellerinde nükleer atık temasının kullanılması, markanın, dünyanın sonunun nükleer savaştan geleceğini düşündüğünü çağrıştırıyor bana. Oysa Blaise Cendrars’ın romanını hiciv üzerine kurduğu belirtiliyor. Bilemiyorum belki de Etat Libre d’Orange’ın amacı, Blaise Cendrars’ın komik-alaycı üslubuyla bizimle hafiften dalgasını geçmektir.

La Fin Du Monde’un açıklanan notaları tam Etat Libre d’Orange’ın tarzına uygun: “Patlamış mısır, havuç tohumu, barut, susam ve diğerleri.” Bu notalardan nasıl güzel ve anlamlı koku oluşturulabilir diye düşünürken, kullanıveriyorum La Fin Du Monde’i. Başlangıcında tatlımsı yapı karşıma çıkıyor. Tanımlaması zor. Bir parça turunçgil ve kremsi sayılabilecek nötr çiçeklerden bahsedilebilir. Süsen (iris) büyük pay sahibi muhtemelen. Üst notaları leziz, modern ve yumuşak. Orta kısımda kimilerinin havuca benzettiği koku ortaya çıkıyor. Evet belki de haklılar. Tatlılık devam etse de azalma eğiliminde. Orta kısmın sonlarına doğru kuru tütsü kendisini gösteriveriyor. Gerçekten şaşırtıcı. Son bölümde egzotik olmayan parlak ambere, bir parça turunçgil ve kremsi çiçekler eşlik ediyor. Kapanışı hafiften yapaylık sınırında.

la_fin_du_monde afis yen

Patlamış mısır ve barut. La Fin Du Monde’in içeriğinde tabii ki patlamış mısır ve barut bulunmuyor. Onların nota halindeki elementleri de yok. Zaten marka bize verdiği mesajda La Fin Du Monde’de patlamış mısır ve barut olduğunu değil, o izlenimi veren kokuya sahip olduğunu söylüyor. Bol yağlı ve tuzlu patlamış mısıra bayılırım ama La Fin Du Monde’un kokusunun patlamış mısıra benzediğini hiç sanmıyorum. Ayrıca barut konusunda iyi kötü bilgim olduğunu düşündüğümde, La Fin Du Monde barutu da andırmıyor. Peki, nasıl kokuyor?

Bu soruyu markanın tanıtım broşürlerinde esprili olarak ele alıyorlar ve soruyorlar: “Dünyanın sonu nasıl kokacak?” Dünyanın sonunun nasıl kokacağını bilmiyoruz ama La Fin Du Monde’i kendimce şöyle tanımlayabilirim: Bir tutam portakal, amber, bal kabağı ve iris (süsen) çiçeğini kazana koyup, kaynatın. Üzerine de bir pinçik şeker dökün. İşte La Fin Du Monde’un zihnimde çağrıştırdığı sahne bu. Muhtemelen bu karışımın kokusu La Fin Du Monde’ye benzemeyecektir ama teşbihte hata olmaz.

Etat Libre d’Orange gibi sıra dışı markanın parfümlerini anlatmak her zaman için zordur. La Fin Du Monde’e amberli gourmand mi desem, çiçeksi meyveli mi desem karar veremiyorum. Kokusu markanın diğer parfümü Tilda Swinton Like This’e benziyor. Evet, kesinlikle andırıyor iki parfüm birbirini. Kimi yorumcuların Dior Homme benzetmesine ise katılamayacağım. Evet, iki parfümde de iris kilit rolde ama La Fin Du Monde, Dior Homme’la farklı karakterde.

Sonuç olarak “dünyanın sonu” gibi iddialı isme sahip La Fin Du Monde, gayet yumuşak, lezzetli, neşeli, azıcık feminen ve hafiften pudralı. Bu anlamda ismiyle çelişiyor kokusu. Kullanımı kolay, sert olmayan, sakin ve uysal. Markanın kimi parfümleri gibi köşeli ve uçlarda değil. Uzun süreli kullanımlarda sıkıcı olacağını hissediyorum. Devrim yaratamayacak bir devrimci o.

uyumlu la fin yen

La Fin Du Monde’ın tasarımını genç parfümörlerden Quentin Bisch yapmış. Eau de Parfum (EDP) formunda. Kalıcılığı yeterli. Fark edilirliği yüksek değil ne yazık ki. İlkbahar-sonbahar mevsimlerine çok yakışacaktır. Hem kadınlar hem de erkekler rahatlıkla kullanabilir.

Not: Bu parfümü bana ulaştıran www.decantshop.com sitesine teşekkür ederim.

Koku Güzelliği:10/6.5

5 Şubat 2016 Cuma

Blaise Cendrars ile Söyleşi (Alıntı)

Fransız edebiyatının önemli yazarlarından Blaise Cendrars ile yapılmış söyleşiyi okumaktan büyük zevk aldığım için kaynağını vererek, alıntı yapıyorum. Blaise Cendrars’ın söyleşisine neden yer verdiğimi, bir sonraki parfüm incelememde anlayacaksınız 🙂

Tüm yazarlar yazdıklarının kısıtlayıcılığından ve zorluğundan şikayet ederler.
Seslerini ilginç kılmak için abartırlar. Ayrıcalıklılarından ve sanatlarını icra ederek hayatlarını kazandıklarını için ne kadar şanslı olduklarından daha çok bahsetmeliler. Şahsen hoşlanmadığım bir icra, bu doğru, ancak aynı zamanda soylu bir ayrıcalık, hele bir makinenin parçası gibi yaşayarak toplumun anlamsız çarkının dönüşünü hızlandırmaya yarayan çoğu insanla kıyaslandığında. Tüm kalbimle acırım onlara. Paris’e döndüğümden beri, penceremden izlediğim, metroların düzenli saatlerde içine çektiği ya da dışarıya boşalttığı isimsiz kalabalıklar daha önce olmadığı kadar üzüyor beni. Gerçekten, hayat bu değil. İnsan bu değil. Bir yerde durmak zorunda. Kölelik bu…basit ve fakir insanlar için değil sadece, hayatın genel saçmalığı bu.

Peki çalışma alışkanlıklarınız? Bir yerlerde şafak sökerken uyandığınızı ve saatlerce çalıştığınızı söylemiştiniz.
Çalışmanın bir lanet olduğunu hiç unutmadım, bu yüzden asla alışkanlık yapmadım onu. Kuşkusuz, diğer herkes gibi olmak için, nihayet belli bir saatten belli bir saate dek çalışmak istedim ben de. 55 yaşın üzerindeyim ve sırayla dört kitap bitirmek istedim. Sona erdi ama bu düşünce, arkamda yeterince kitap var. Bir çalışma yöntemim yok. Birini denedim, çalıştı, ancak kalan hayatımda sadece bunu uygulamamın hiç gereği yok. Hayatta kitap yazmaktan öte yapılacak şeyler de var.

Benim gibi modern hayata inancı olan, tüm bu güzelim fabrikalara, dahi makinelere hayran, sıradan bir kişilik, nereye gittiğimizi düşünmekten vazgeçmişse, kınamaktan başka elinden bir şey gelmez çünkü hakikaten hiç yüreklendirici değil bu.

blaise-cendrars-1917 yen

Bir yazar ne kadar görkemli olursa olsun manzara karşısında asla yerini hazırlamamalı. Saint Jerome gibi kendi hücresinde çalışmalı. Geçmişe dönün. Yazmak ruhuna bakıştır. “Dünya benim tasvirimdir.” İnsanlık kurgusunda yaşar. Bu nedenledir ki kâşifler her zaman dünyanın görünen yüzünü kendi görünümlerine çevirirler. Bugün ben bile aynaların üzerini örtüyorum.

Remy de Gourmont’un çalışma odası bir avlunun içindeydi, 71 numara, Paris’te Saints-Pères sokağında. 202 numara, Saint-Germain caddesinde, Guillaume Apollinaire, ki kendisinin geniş odalarla dolu, taraçalı, çatıda terasıyla muazzam bir apartmanı vardı, kendi tercihiyle mutfağında yazıyordu, küçücük bir oyun masasında, oldukça rahatsız bir durumda, arada bir masasını kapatıp daha da küçültmesi gerekiyordu ki aradan kayıp çatıdaki pencereden çıkabilsin ve orası da yine bir avlunun içindeydi. Edouard Peisson’un Aix-en-Provence yakınlarında çok hoş, ufak bir evi vardı ancak vadideki ışık oyunlarının şahane manzarasını izleyebileceği öndeki odaların birinde çalışmak yerine, arkaya inşa edilmiş, penceresi leylaklarla kaplı bir duvara açılan ufacık kütüphane köşesinde çalışmayı tercih ediyordu. Ve ben kendim, kırsalda, Tremblay-sur-Mauldre’daki evimde çalışırdım. Asla yukarı katta, orkidelere bakan odalarda çalışmadım, tercihim hep ahırın ardındaki çıkmaz sokağa ve bahçemi kapatan duvara bakan aşağıdaki odaydı.

İnceleme fırsatı bulduğum çok az yazarın arasında sadece biri, Napolyon’a olan çılgın tutkusuyla meşhur, manzara karşısında yerini hazırlardı, çalışma odası penceresinden Arc de Triomphe’un eksiksiz manzarası izlenebilirdi. Ancak bu pencere genellikle kapalıydı, çünkü büyük adamının zaferinin canlı görünümü ona ilham vermekten uzaktı, kanatlarını koparırdı. Kapısının ötesinden çalışırkenki gelgitleri duyulabilirdi, böğrüne vurur, kelimelerini kükrer, ifadesini ve ses uyumunu düzeltir, inler, sızlanır, eserlerini yüksek sesle okuyan hasta Flaubert gibi haykırır. Karısı hizmetlilere seslenir, Dikkat etmeyin, Beyefendi stilini cezalandırıyor.

Hayatınız boyunca çok okumuş olmalısınız?
Aşırı derecede okudum. Tutkumdu bu. Her yerde, bütün koşullarda ve her çeşit kitap. Elimin altına düşen her şeyi silip süpürdüm.

blaise_cendrars cat yen

Okumak sizin için, dediğiniz gibi, zamanda veya boşlukta yolculuk anlamına gelmiyor, daha çok, pek güç harcamadan karakterin derinliklerine nüfus etmenin bir yolu. Hayır, okumak benim için bir uyuşturucudur. Yazıcının mürekkebi uyuşturur beni.

Bazı alışık olmayan okumalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Captain Lacroix eski bir denizcidir ve kitapları canavar gibidir. Onla karşılaşacak kadar şanslı olamadım hiç. Saint-Nazaire, Nantes’da aradım onu. Seksenlerinde olduğu ve halen bırakmak istemediği söylenmişti bana. Gemi yolculuklarına çıkamayacak hale geldiğinde bile deniz kuvvetleri sigortacısı olmuş ve görünen o ki teknelerinin durumunu görmek için gerektiğinde dalgıç kıyafetleri giymekte tereddüt etmemiş. Onun yaşında, takdir edilesi. Hayal ediyorum ki şömine başında kış geceleri uzun görünüyordu ona, denizden gelen rüzgar Loire-Inférieure’daki köyüne doğru estiğinde ve bacasını tüttürdüğünde, sanırım onun gibi yedi denizi de görmüş, mümkün olan ve düşleyebileceğiniz her çeşit gemiyi idare etmiş birisi için bu kitapları yazmak zaman öldürmek gibiydi. Kalın kitaplardı bunlar, sağlam inşa edilmiş, güvenilir belgelerle dolu, bazen biraz ağır ama neredeyse her zaman taze, böylece sıkıcı da değil, bu yaşlı deniz adamı resimli kartpostalları, ve gençliğinden kalma eğlenceli limanlara dair fotoğrafları araştırıp buluyordu. Her şeyi olduğu gibi aktarıyordu; deneyimleri, Boynuz Burnu’ndan Çin Denizi’ne, Tazmania’dan Ushant’a gördükleri, öğrendikleri, her şeyden bahsederdi, deniz fenerleri, akıntılar, rüzgar, sığ kayalıklar, fırtınalar, mürettebat, trafik, gemi enkazları, balık ve kuşlar, kutsal fenomenler ve deniz kıyısındaki felaketler, tarih, gelenekler, milletler, denizin insanları, birbirine bağlı binlerce mahrem veya dramatik anekdotlar, dürüst denizcinin tüm hayatı suyun hareketiyle taşınmış ve gemilere dair özel aşkı tarafından hakim olunmuştur. Ah, tabii ki bir edebi eser olmanın ötesindedir. Kalemi kaveladır ve her sayfası önünüze bir şeyler sunar ve on cilttir! Olabildiğince hareketli ve güzel bir sabah kadar basittir. Tek kelimeyle mucizevidir. Birisi parmağıyla küreye dokunur.

Ayrıca Nostradamus’un kehanetsel dörtlükleri var. Beni eğlendiren, azametli bir dille yazılmıştır, her ne kadar çözülemez kalmışlarsa da. 40 yıldır okurum onları, gargara yapıyorum onlarla, kendime ziyafet çekiyorum, bayılıyorum ama hiçbirini anlamıyorum. Asla şifreleri için araştırma yapmadım, basılı tüm şifrelerinin neredeyse tamamını okudum, her iki veya üç yıldan beri birileri kilidi kıpırdatmaktan acil yeni bir mekanizma icat ettiğinden beri hepsi saçma ve yanlış. Ancak, dev bir Fransız şair olarak, Nostradamus en büyüklerdendir. Derleyebilirsem Fransız şairleri antolojime girmeye hazır. Muhafazakar bir dilden yaratılmış tüm o doğaçlama sözleri, Dada’nın yalnızlığının da, sürrealistlerin otomatikleşmiş metinlerinin de ve Apollinaire’in Calligrammes adlı çıkartmalarının da uzak ara önündedir.

Ondan beridir ne keşfettiniz? Neler okursunuz bu aralar?
Son keşfettiğim kitap Gelenekler İdare’sinin büyük sözlüğü. Sonradan maliye bakanı olmuş Vincent Auriol’un bir fermanına borçluyuz bu kitabı. Répertoire général du tarif olarak adlandırıldı ve 1937’de ortaya çıktı. İki adet dörtlü cilt ve elli kilo ağırlığında. Her yere yanımda götürürüm onu çünkü La Carissima ‘yı yazmaya başladığımda bir gün mutlaka ihtiyacım olacak. İsa’yı ağlatabilmiş tek kadın, Meryem Ana’yı anlatacağım kitapta.

cendrars yen

Bu kitabı yazmak için gelenekler dizinine mi ihtiyacınız var?
Sevgili bayım, bu bir dil meselesi. Yıllar boyu, bir kitabı yazmaya hazırlandığımda ilk yaptığım kullanacağım sözlük hazinesini belirlemek oldu. Böylelikle, L’Homme foudroyé için üç bin kelimelik bir listem oldu ve hepsini kullandım. Zaman kazanmama sebep oldu ve eserime keskin bir parıltı kattı. Bu yöntemi kullandığım ilk seferdi. Nasıl keşfettim onu bilmiyorum… Bu bir dil sorunu. Dil beni ayartan şeydir. Dil beni kışkırtır. Dil beni şekillendirmiştir. Dil beni yeniden şekillendirmiştir. Bu yüzden bir şairim ben, muhtemelen dile karşı çok hassas olduğum için, doğru veya yanlış, göz yumarım buna. Ölümün eşiğindeki dilbilgisini görmezden gelir ve küçümserim ama ben sözlüklerin iflah olmaz bir okuyucusuyumdur aynı zamanda ve imlam çok kendine güvenmiyorsa eğer bunun sebebi telaffuza karşı çok nazik olmam, yaşayan dilin bu mizacı. Başlangıçta kelimeler yoktu ama ifade vardı, bir geçiş. Kuşların şarkılarına kulak verin!

Dil, o zaman, diyorsunuz ki, ölü değil, donmuş ama hareket halinde, kaçak, yaşama ve gerçekliğe tutunmuş.
Ondan dolayı gelenekler idaresinin bu büyük sözlüğü bu kadar cezbediyor beni. Mesela, ribbon kelimesini ele alalım. Hayretler içinde fark ettim ki işaret ettiği tüm anlamlar ve bunların ötesinde ultramodern endüstriyel kullanımları yirmi bir sayfa tutuyor!

Kaynak: http://cansykan.blogspot.com.tr/2012/10/blaise-cendrars-kurmaca-sanat.html